Komşu ve Devlet

Modern Türkiye'de Komşular Arası Anlaşmazlıkların Tarihini Kavramak

18. Avrupa Kültür Dergileri Buluşması’nın “İmparatorlukların Yankıları: Eski Komşular, Yeni Anlaşmazlıklar” başlıklı oturumunun alt başlığı ortalama bir insanın kulağına fazlasıyla iyimser gelecektir. “Yeni” bir anlaşmazlığın yüzeysel olduğu düşünülecektir; birkaç teknik müdahale, azıcık çabayla hemen buharlaşıverecek bir anlaşmazlık. Bundan önceki ibare daha da iyimser: “eski komşular” bütün dillerde uyum ortamı yaratan bir klişedir. Birçok durumda birbirimizle iyi geçindiğimiz, büyük olasılıkla birbirimize benzediğimiz anlamına gelir. Bu iki ibare yan yana geldiğinde ise bir ironi ile karşı karşıya kalıyoruz: eski komşularsak, nasıl oluyor da anlaşamıyoruz? Bir davetsiz misafir arayışına girip onu bulmaya çalışırız; neden hâlâ “eski komşularımızla” uyumlu bir dünyada yaşamadığımızı başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki?

Böylece bir dış etmen ya da bir dış güç arayışına gireriz. İşte bu, tam da ortalama Türk insanının tarihi düşünme biçimidir: “Dışarıdan bir güç (Avrupa ya da Batı) gelip de yeni anlaşmazlıklar ortaya çıkana kadar barış ve uyum içinde yaşıyorduk.” Tabii ki bu doğru değil; ve eğer tarihe bu şekilde bakılırsa, Türkiye’nin güncel sorunlarının çözümü zorlaşacaktır. Türkiye’nin yaşadığı yeni anlaşmazlıkları doğru düzgün kavrayabilmek için bunların aslında eskiden beri var olan, ama adına yeni denilen anlaşmazlıklar olduklarının farkına varmalıyız. Burada can alıcı nokta, eski anlaşmazlıkların bugünkü zihniyetten farklı bir zihniyette yer etmiş olmasıdır. Bu anlaşmazlıklar paternalist bir dünyada yaşanmıştır, şimdi ise Türkiye bir nevi otoriter bir dünyadır. Dahası, bir zamanlar cemaatler arasında yaşanan anlaşmazlılar, ulus-devletler arası yaşanan yeni birtakım anlaşmazlıklara dönüşmüştür.

Anlaşmazlıların zaman içindeki sürekliliğini görebilmek ve esas doğasını anlayabilmek için Osmanlı’ya bakmak, Osmanlı’nın sosyolojik koşulları hakkında en azından kabaca bir fikir edinmek gerekir. Osmanlı’nın paternalist bir dünya olduğunu söylemek, her şeyin ötesinde, Osmanlı’da gerçeğin epistemolojik bilgisinin yaratıcıya, yani Tanrı’ya ait olduğunu söylemektir. Varlıklar evrenine bir hiyerarşi olarak bakılmaktaydı. En üstte Tanrı, sonra melekler, insan vs. Tabii ki, bütün dinlerde olduğu gibi, bu hiyerarşiye dayalı düzende erkekler kadınlardan daha üst bir konumdaydı. Bilginin Tanrı’dan geldiğine inanılırdı, insan zihni bir yansımaydı; esasen, dünyayı Tanrı’yı tanıyarak tanımlardık. Dünyayı bu şekilde, dinsel bir anlayışla kavramak toplum üzerinde bir hiyerarşi zorunluluğu getirirken, öte yandan heterojen bir yapının emaresiydi. Bu görüşe göre, insanın kendisi de ilahi bilgiye yakınlığı doğrultusunda farklı mertebelere gelirdi. Sonuçta meydana çıkan hiyerarşi, bir bilgi hiyerarşisi, ve bundan ötürü toplumsal aktörler arası bir hiyerarşiydi. Sıradan insanlardan daha fazla bilen rehberler vardı ve bu rehberler de kendilerinden daha fazla bilen kişilerden daha aşağı bir konumdaydılar. Nihai gerçek ise Tanrı’nın elindeydi; kişi, Tanrı’ya yaklaşarak dünyayı anlıyordu çünkü dünya Tanrı’nın yaratısıydı.

Osmanlı’da toplumun geneline baktığımızda bu yapıda bir simetri olduğunu görüyoruz. Osmanlı toplumu gerek heterojen gerekse hiyerarşiye dayalı bir toplumdu; cemaatlerden, başka bir deyişle, farklı dini mezheplere üye farklı toplumsal aktörlerden oluşuyordu. Osmanlı toplumunda Ortodoks Ermeniler, Katolik Ermeniler, Protestan Ermeniler, Ortodoks Rumlar, Katolik Rumlar, Sünni ve Aleviler, Museviler vd vardı. Bu cemaatlerin hiçbiri bir diğerine eşit değildi; bu cemaatleri düzenlemek için kullanılan can alıcı sözcük “adalet”ti. Bu sözcük siyasi anlamda hâlâ son derece etkilidir ve Türk toplumunda özellikle muhafazakâr kesimlerde kullanılmaktadır. 1980’lerin sonunda İslâmcı Refah Partisi ve lideri Erbakan “adil sistem” sloganını kullandılar. Bu bağlamda “adalet” sözcüğünün eşitlik veya özgürlükten başka bir anlam taşıdığını belirtmek gerekir.

Paternalist düşünce yapısında devlet –tıpkı merhametli bir tanrı gibi– öteki bütün toplumsal aktörler üzerinde hâkim duruma geldi. Devletin adil bir yöntem kullanarak toplumun genelinde çıkan sorunları düzenlemesi bekleniyordu. Öte yandan, toplumda farklı cemaatlerin oluşturduğu bir hiyerarşi vardı. Devletin başlıca işi bu yapıyı dengelemek oldu; bunu yapabilmek için, farklı ve ayrı kimlikler yoluyla, cemaatleri birbirinden ayrı tutmak için özel bir çaba harcadı. Cemaatler için bu tavır ilginç bir durum yarattı. Makro düzeyde toplulukları ayıran sınırlar yoktu: herkes birlikte yaşıyordu. Ama mikro düzeyde belirli sınırlar vardı: Ermeni köyleri, Rum köyleri, Alevi köyleri vs. Şehirlerde Ermeni mahallesi, Musevi mahallesi gibi mahalleler vardı. Aslında mikro düzeydeki bu ayırım, cemaatler arasında hayali sınırların varlığını ima etmekteydi.

Dolayısıyla, mikro düzeyde iki “komşuluk” katmanı olduğu vurgulanmalıdır. Kapalı bir mahalle çevresinde insanlar kendileriyle aynı kimliği taşıyan öteki insanlarla birlikte yaşıyorlardı. Aynı zamanda mahallelerin kendileri, farklı kültürel kimlikleri olan başka mahallelerle komşuydular. Ayrıca cemaatler kendilerini tek bir homojen varlık olarak görüyorlardı; cemaat üyeleri imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılmıştı. Cemaatler genelde kamusal alanı paylaşıyordu ama aynı zamanda “ebedi” kültür farklılıklarına dayalı kavramsal sınırlar onları birbirinden ayırmaktaydı. Bu algılama biçimi yüzyıllarca devam etti; bu görüş yalnızca devletin, Sünni Türklerin değil, aynı zamanda Ermenilerin, Rumların, Musevilerin ve herkesin görüşüydü.

Bu tür bir toplumsal yapının siyasi alandaki etkisi eskiden olduğu gibi şimdi de önemli. Osmanlı’da siyasi alan, kurallar ve düzenlemeler ve yanı sıra gelenek ile, üçe ayrılıyordu. Bir kimse için siyaset kendi cemaatinde kariyer sahibi olmak demekti. Bir Ermenin toplumsal merdivende yukarı çıkabilmesi için, patriğin laik konseyinin bir üyesi olması beklenirdi. O kimse için siyaset bu demekti. Yelpazenin öteki ucunda devletin siyaset alanı vardı. Cemaatlerle hiçbir ilgisi olmayan, devleti ilgilendiren büyük kararlar burada alınırdı. Bunlar arasında vergilendirme, antlaşma imzalama, savaş ilan etme gibi kararlar olduğu gibi Sultan’ın masrafları ve ürünlerin piyasa fiyatları da vardı.

Bu iki alan arasında başka bir siyasi alan daha vardı: Cemaat siyaseti. Önemli olan Osmanlı sistemindeki cemaatlerin karar almak için asla bir araya gelmeyişiydi. Toplumsal ve siyasi varlıklar olarak devletin karşısına çıkıyorlardı; herhangi bir sorunları olduğunda devlet ile “konuşuyorlardı” – bu çoğu zaman yakınma şeklindeydi. Mantıksal anlamda bunun karşı ucunda devlet de onlarla ayrı ayrı “konuşuyordu”; devletten adil kararlar vermesi bekleniyordu. Burada bir cemaate veya millete göre siyaset, yani Osmanlı’da siyaset, kendi “zeminini” genişletmek ve öteki cemaatlerle olan ilişkilerde kendi gücünü artırmak demekti.

Bu siyasi teşkilat kendi kültürünü yaratarak iki önemli sonuç doğurdu. Öncelikle, yetkililerin ya da halkın gözünde “yasal” olan bir yolla devlete karşı gelme gibi bir gelenek oluşamadı. Bir yetkeye karşı çıkmak kişiyi “sapkın” yapıyordu. Cemaatlerin kendi içindeki iç zıtlaşmalarda da durum aynıydı çünkü cemaat yapılarında devlet yapısı örnek alınmıştı; cemaatteki yetkili kimselerin devlete benzer bir prestiji vardı. Bu nedenle, “modernite öncesindeki” yüzyıllar boyunca, ne cemaatler içinde cemaat yetkililerine, ne de devlete yönelik silahlı isyanlar çıkmaması hiç de şaşırtıcı değildir.

Tek istisna ara sıra baş gösteren Alevi isyanlarıydı; cemaatler arası hiyerarşide en alt konumdaydılar. Alevilerin gayrimüslimlere bakışı farklıydı; her ne kadar devletin dini, İslâm’ı paylaşıyor gibi görünseler de tamamen farklı bir kültür koduyla yaşıyorlardı. Devlet için Aleviler, gayrimüslim topluluklardan daha büyük bir tehditti çünkü dinlerine yaslanarak güç talep edebiliyorlardı. Bu durum Aleviler üzerinde sürekli bir baskı getirdi ve bir dizi isyana neden oldu.

Aleviler örneğini bir yana bırakırsak Osmanlı siyaset kültürünün karşıtlıklardan ziyade itaat ve “uyum”a dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öte yandan, bu, cemaatler arasında veya cemaatler ve devlet arasında anlaşmazlık olmadığı anlamına gelmemektedir. Ne var ki bu anlaşmazlıklar, Osmanlı siyaset kültürünün ikinci sonucuyla ilgili olarak, tuhaf bir şekilde çözülüyordu: bütün anlaşmazlılar devlet düzeyinde ve kapalı kapılar ardında hallediliyordu. Bu mekanizma çoğu zaman gayri resmiydi, “devlet” şikayetleri dinliyor ve toplumsal yapıdaki konjonktürü ve dengeleri göz önüne alarak oldukça pratik bir zeminde karar veriyordu. Cemaatler arasında sorun teşkil eden alanlar daha “aşağı” düzeyde bir öneme sahipti; devlet daha yüce bir amaç doğrultusunda ve daha geniş bir bilgi birikimiyle hareket ettiğinden, devletin aldığı karar doğru görülüyordu.

Bu gelenek doğrultusunda, on dokuzuncu yüzyılın ortasında modernite doğduğunda, Osmanlı toplumundaki bütün cemaatler moderniteyi aynı şekilde algıladılar. Modernitenin iki payandası olduğu söylenebilir. Birine göre bireyler birbirleriyle karşılaştırılamazlar. Her bireyin kendi değer sistemi vardır, kendi seçimlerini yapar ve herhangi iki bireyin deneyimleri aynı değildir. Bu, ahlak ve değer yargıları sistemi konusunda göreliliğe dayalı bir anlayıştır. İkinci ayağı ise otoriter bir düşünce yapısıdır. Yumuşak uyarlamasında bütün bu bireyleri kapsayan tek ve tutarlı bir hukuki sistemin olması gerektiği söylenir. Sert uyarlamasında ise birbirine benzemeyen bütün bireyler bir ulusa ait olmalı ve bu ulus belli bir devlete bağlanmalıdır – aslında “ait olmalıdır”.

Böylece modern ulus-devlet, hukuki bir sisteme ve kendisinin olan bir “ulus”a entegre edilmişti. Bu da birbirlerine benzemeyen bütün bireylere ortak bir kimlik vermiş, ve şimdi hepsine “vatandaş” denilmişti. Bireyden, tarihin özerk bir faili olarak ulusa geçiş epey kolaydı.

Osmanlı toplumsal yapısındaki cemaatler bu değişimi yaşadıklarında bireyci düşünce yapısını pek anlamamışlardı. Bu onlara yabancıydı ve aslında bugün Türkiye’de, bize hâlâ yabancıdır. Bugün bile bireyciliğin ne olduğunu tam olarak kavrayamıyoruz ve çoğumuz, bireyciliğin temsil ettiği şeye karşı içimizde bir nefret besliyoruz. Ama öteki payanda yani bir devlet otoritesine bağlı ulusçuluk, Osmanlı’nın düşünce yapısına çok yakındı. Çünkü cemaatler hali hazırda birer “ulus”, birer “millet”ti. Paternalist veya otoriter bir cemaatten modern anlamda bir ulusa geçiş için tek bir adım gerekiyordu. Böylelikle eski sınırlar ve komşular, modernizmin son derece otoriter uyarlamasında tekrar tekrar tanımlanıyordu.

Bu yüzden bugün Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerine baktığımızda yeniden bir dizi komşuluk sorunu görüyoruz, ama bu sefer dış siyaset bağlamında. Bu alanlarda toplum kendi başına bir aktör olarak görülmüyor, daha ziyade “devletler” ve “uluslar” konuşuluyor. Toplum, “ulusların” birbirleriyle karşı karşıya geldiğine, bir ulusun kaybedeceği ve bir ulusun kazanacağı bir mücadelenin söz konusu olduğuna inanmaya teşvik ediliyor. Moderniteye otoriter yaklaşım, ulusların çıkarlarında derin bir çatışma olduğunu, devletler arası antlaşmalarda her iki tarafın da aynı anda bir fayda elde edemeyeceğini söylüyor. Bu anlamdaki fayda, bireysel veya alttoplumsal faydadan daha önemli bir şeye, –ulusal çıkar”a tekabül etmektedir.

Dolayısıyla kültür, gelenek ve tarih dış siyasetin elindeki araçlardır; eğer bir örnek vermemiz gerekirse bu, gerek Türkiye gerek Ermenistan için geçerlidir. Bu durum değişecekse, buna “yeni bir anlaşmazlık” denecekse, öncelikle kültür tarihi anlaşılmalıdır, öyle ki bu anlaşmazlığın asıl doğası meydana çıksın. Türkler ve Ermeniler, bu sorunların çözülmesini, yabancı davetsiz bir misafirin değil, bizzat bizlerin engellediğini anlamak zorundadır.

Bir sorunu demokratik bir yolla çözeceksek, tarafların eşit olduğu en az bir kriter bulmalıyız. Taraflar birbirlerini eşitleyen ve böylece birbirleriyle “konuşmalarını” mümkün kılan bir çerçeveden başlayabilirler/başlamalıdırlar. Bu düzey ortak tarih ve ortak zihniyettir. Yirminci yüzyılın başında milliyetçi Ermeniler ve milliyetçi Türkler, güç konusunda olmasa da, düşünce yapısı bağlamında birbirlerine çok yakındılar. Yeni bir gelecek yaratacaksak, eşit bir temelle işe başlamalı ve “eski komşular” olduğumuzu hatırlamalıyız. Ancak o zaman sorunlarımızı anlamaya ve çözmeye başlayabiliriz.

This article is based on a contribution to the panel discussion, “(Re)sounding Empires. Old neighbours, new conflicts”, which took place at the 18th European Meeting of Cultural Journals in Istanbul from 4 to 7 November 2005.

Published 13 March 2006
Original in English
Translated by İpek Seyalıoğlu
First published by Cogito 44-45 (2006)

Contributed by Cogito (Turkey) © Etyen Mahçupyan / Cogito (Turkey) / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion