Sevgili Yoldaşlar! Çernobil’in Antroposen’de Bıraktığı İz

Çernobil felaketinin 30. yıldönümünden kısa bir süre önce, Nisan 2016’da, Associated Press gazetecileri, Nisan 1986’da Çernobil Nükleer Santrali’nin 4. reaktöründe gerçekleşen patlamayı izleyen haftalarda oluşturulan 30 kilometre çapındaki “Yasak Bölge”nin yakınlarındaki Belarus’ta bir mandıradan elde edilen sütün değerlerini ölçtüler. Laboratuvar sonuçlarına göre, mandıra sütü Belarus yasalarında öngörülen üst sınırın on katı radyoaktif stronsiyum içeriyordu. Mandıra yöneticisi Nikolai Chubenok hayretler içindeydi. Nükleer kazada kirlenen alanlarda toprağa karışan radyoaktif izotop izleri için süt numunelerini düzenli olarak test eden bir mandıra laboratuvarı bulunduğunu açıkladı ve “Bu imkânsız” dedi. 

Radyoaktif madde içeren sütün uluslararası haberlere çıkması yerel işletmeler ve siyasi liderler için kötü haberdi. Belarus, Ukrayna ve Rusya, son birkaç yılda, Çernobil felaketine son noktayı koymak için bir kez daha kolları sıvamıştı. Rus yetkililer 2014 yılının Aralık ayında Rusya’da sübvansiyona elverişli kontamine bölge sayısının yarı yarıya azaldığını açıklamışlardı. Belarus yetkilileri, kontamine arazileri tarımsal üretime döndürmek için on yıldan uzun süredir uluslararası kurumlarla işbirliği yapıyordu ve devlet tarafından işletilen bir şirket Belarus’un kuzeyinde, Litvanya sınırındaki ilk nükleer santrali inşa ediyordu. Ukraynalı liderler ise Yasak Bölgenin kendi sınırları içindeki kısmını bir nükleer sanayi bölgesine dönüştürme planları yapıyor. Resmi yetkililer, radyasyon oranı güvenlikli bir seviyeye düştüğünden Çernobil’de kontamine olmuş topraklardaki iktisadi faaliyetleri kaldığı yerden devam ettirme planlarını savunuyor. Onlara göre yaşam normale dönebilirmiş. Elbette, bir muhabir sütteki stronsiyum 90’ı keşfedene kadar, her şey normaldi. 

Çernobil felaketini tarih kitaplarına gömme konusundaki bu acele, insanların nükleer kazaların gerektirdiği zaman birimine dayanacak sabrının olmadığını gösteriyor. Sezyum ve stronsiyum serpintilerinin yarı yarıya çürümesi otuz yıl sürdü. Kalan yarının çürümesi için bir otuz yıl daha geçmesi gerekiyor. Yüzlerce yılda ancak çürüyen amerikyum, çok güçlü ve zararlı bir kısa ömürlü izotop olan radyoaktif iyodin yayar. Plütonyum da binlerce yıl boyunca radyasyon yaymaya devam edecek. 

Yeni başlayan Antroposen döneminde, insanlar, insan eylemleri eliyle üretilen ve çevreye salınan toksin ve karbon katmanlarındaki istikrarlı tırmanış ve artışla baş edebilmek için yeni zamansal düzenlerle baş etmeye çalışıyor. Bundan bin yıl sonra jeologlar tortul katmanlarda, yaklaşık 1945 yılına tarihleyecekleri radyoaktif izotopların da dahil olduğu maddeler bulacaklar. Geleceğin biliminsanları onlarca yıl süren nükleer silah denemelerini izleyen on yıllarda hırsla inşa edilen nükleer reaktörler nedeniyle hızla katlanan plütonyum, uranyum ve başka izotop artıklarının izini sürebilecekler. Yoğun aktivite noktalarını tespit edecekler ama genelde izotoplar, bir çöreği kaplayan şekerli krema gibi dünyanın etrafını sarmış olacak: her yerde, yeryüzüne tutunarak yaşamın tadını acılaştıracaklar. 

Şimdi geriye dönüp baktığımızda, kazayı izleyen aylarda bilim insanlarının Çernobil’in çok geniş erimli bir sorun olduğunu kabul etmeye nasıl direndiğini görmek zor değil. 1986 yılının Ağustos ayında, Sovyet biliminsanlarıyla ve uluslararası uzmanlardan oluşan bir grup Viyana’daki Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun (IAEA) merkezinde bir araya geldi. Uzmanlar telaşla kamuya kazanın kontrol altında olduğunu açıklamak için sıraya girdi. Bundan altı ay sonra IAEA danışmanları Çernobil sonrası radyasyon seviyelerinin düşük olduğunu, herhangi bir tehlike teşkil etmediğini öne sürdükleri bir değerlendirme raporu kaleme aldılar.1 IAEA mensubu biliminsanları 1991 tarihli bir raporda, kontamine bölgelerde insan sağlığını tehdit edecek bulguların tespit edilmediğini ve gelecekte de muhtemelen algılanabilir etkiler olmayacağını iddia etmeye devam ettiler. Çocuk tiroit kanserindeki olağanüstü beklenmedik artışa dair ilk bulgular açıklanmışken yazdılar bu raporu. Biliminsanları, daha sonra yanlış olduğu anlaşılan bu iddiaları, çevredeki radyasyon değerleri tahminlerine dayanan kanser ve sağlık sorunları tahminlerini temel alarak savunmuşlardı. 

Radyasyondan korunma standartlarının sürdürülebilmesi için, bedenlerin ve çevrelerin iki ayrı gerçeklik olarak anlaşılması zorunludur. Belli başlı birkaç bölgede, geniş bir alana yayılmış araziler ve ormanlık bölgelerde bel hizasında gama dalgaları ve alfa partikülleri taraması yapan monitörlerden alınan sonuçlar hepimizin aşina olduğu kırmızı ve turuncu lekeli radyasyon yayılım haritalarında yansıtılır. Bu haritalara bakarak Çernobil etrafındaki kontamine bölgelerin güvenliği hakkında açıklamalar yapılır. Radyasyon monitörleri radyoaktiviteyi, dışarıda kalan bir bölgede olup biten bir şey gibi ölçer. Radyoaktivite dışsal bir unsur olarak tasavvur edildiği sürece, bilim insanları da insan bedenlerini kuşatma altında bulunsa da düşük seviye radyasyona karşı canla başla savunulan bir tepenin üzerinde sıralanmış kaleler olarak tahayyül edebilirler. Oysa, bugün söz konusu olan riskler dikkate alındığında bel hizasında gama radyasyonu esas mesele değildir. Dışarıdaki bir “çevreyle” insan bedenleri arasında bir eşik olmadığı görüşü, Antroposen’in başlıca kavrayışlarından biridir. Tarihçi Sarah Vogel, “Sentetik insanlara dönüşmek için maddi çevremizle kaynaşmış durumdayız” der.2 Gerçekten de, mikrobiyologlar, insan olmanın anlamını tekrar kodlamaktadır. Geçmiş on yılda, mikrobiyologlar, eskinden beden olarak kabul edilen şeydeki hücrelerin yüzde 90’ının insan hücreleri değil, otostop çeken bakteriler olduğunu tespit etmişlerdir. İnsan bedeninde bir insan hücresine 10 parazit hücre denk gelmektedir. 

1940’larda, nükleer çağın şafağında, farelere ve (kendilerinin de dahil olduğu) insanlara insan yapımı radyoaktif izotoplar yutturan Amerikalı biliminsanları, insan bedeninin gözenekli bir yapıda olduğunu tespit ettiler. Radyoaktif sezyumun yüzde yüzünün sindirim sisteminde biriktiğini tespit ettiler. Stronsiyum ve plütonyumun insan bedeninde kalsiyum gibi davrandığını, kemiklere ve iliğe yerleştiğini buldular. Tiroitler halihazırda radyoaktif iyot içermektedir. Dünyanın dört bir yanından bebek dişi numunelerini inceleyen bilim insanları nükleeer denemelerin ilk on yılının sonunda dünya üzerindeki herkesin radyoaktif serpintilerden etkilendiğini tespit etti. 1980’lerin sonuna doğru Kiev’deki KGB doktorları da benzer tespitlerde bulunmuştu. Çernobil radyasyonuna maruz kalmış hastalarının bedenlerinde on iki farklı radyoaktif izotop kaydettiler. Bu izotoplardan bazıları zaman içinde vücuttan atılır. Plütonyum ise vücudu asla terk etmez. Bundan bin yıl sonra arkeologlar, yirminci yüzyılda dünyada yaşamışların kemiklerinden elde ettikleri küllerde radyoaktif izotop kalıntılarını tespit ederek Antroposenin konturlarının izini sürebilecekler. 

Hem Antroposen üzerine yazanlar hem de Çernobil kazası üzerine yazanlar genelde binyıllık ölçeklerde ve metafizik bir açıdan yazmaya meyleder. Peki ayrıntılara girsek nasıl olur: tarihler, olgular ve bu yeni radyoaktif gerçeklikle doğrudan yüzleşen insanların yazgısı hakkında konuşsak nasıl olur? Çernobil kazasını izleyen yıllarda yaşam ne şekillerde değişti? İnsanların sert bir ekolojik kriz durumuna uyum sağlamak için başvurduğu yöntemleri bilmek istiyorum ve korkarım kısa bir süre içinde hepimiz bunu bilmek istiyor olacağız. 

1986 yılının Ağustos ayında Ukrayna Sağlık Bakanlığı “Çernobil nükleer santralindeki radyoaktif serpintiye maruz kalan yerleşim yerlerindeki insanlara” hitap eden bir kitapçıktan beş bin adet bastırarak dağıttı. Kitapçık şu teminatlarla başlıyor:

“Sevgili Yoldaşlar! Çernobil santralindeki kazadan sonra, yerleşim noktanızdaki besinlerde ve bölgede ayrıntılı bir radyoaktivite analizi yürütüldü. Araştırmanın sonuçları mevcut yerleşim biriminizde yaşamanın ve çalışmanın yetişkinlere ve çocuklara hiçbir şekilde zarar vermeyeceğini gösteriyor. Radyoaktivitenin çok büyük bölümü çürümüş durumda. Suda, havada, ormanda ve çalılardaki radyoaktivite oluşumu normların onlarca kat altında. Bu nedenle, yerel tarım ürünlerini tüketiminizi kısıtlamanıza ihtiyaç yok.

İlk birkaç sayfadan fazlasını okumakta ısrar eden köylüler, kitapçıktaki kendinden emin tonun, hiç de komik olmayan bir şaka anlatan birinin sesi misali yavaş yavaş zayıfladığını gördüler:

Bu sene, özellikle çocukların etli ve zarlı kabuksuz meyvelerin ve mantarın hiçbir türünü tüketmemesi, köyün ötesindeki ormana girmemesi tavsiye edilir.
Yeşillik ve taze kabuksuz meyve tüketimini sınırlayın. Yerel süt ve et ürünlerini tüketmeyin.
Evde temizliğe önem gösterin. İş kıyafetlerini eve sokmayın. Evin içinde ayakkabı giymeyin.
Evleri sık sık yıkayıp temizleyin.
Kuru biyokütle yakmayın.
Hayvan dışkısı veya külden yapılma gübre kullanmayın.
Bahçenizde toprağın üst katmanını sıyırın, kil ekleyin. Üst katmanı köyden çok uzaktaki özel olarak hazırlanmış çukurlara gömün.
Süt veren ineklerden kurtulun, domuz besleyin.
Kümes hayvanlarının serbest gezmesine izin vermeyin. Kafeste tutun.3

Bu kitapçık aslında bir hayatta kalma kılavuzudur ve insanlık tarihinde bir benzeri daha yoktur. Daha önce de insanları tehlikeli nükleer atık seviyelerinin olduğu bölgelerde yaşamaya mecbur bırakan nükleer kazalar olmuştu ama Çernobil’den önce bir kez bile bir devlet sorunu kabul edip, bu yeni gerçeklik için bir kitapçık basmak zorunda kalmamıştı. 

Kitapçıkta sunulan, hızlandırılmış radyasyondan korunma programına rağmen, Endüstriyel Tarım Bakanlığının ilk radyoaktif besin maddesini kayıt altına alması uzun sürmedi. Kazadan iki hafta, devlet kolluk güçleri Kiev kenti dışında radyolojik kontrol noktaları kurduktan bir gün sonra, monitörler izin verilen dozdan çok daha yüksek seviyeler içeren bahar yeşilliklerini –kuzukulağı, yeşil soğan, ıspanak– tespit edildiğini raporladı.4 Tarihçi Toshi Higuchi’nin işaret ettiği üzere, dünya çapında nükleer regülatörler, istisnai nükleer “olaylar” için geçici acil durum dozları uygulamaya başlamıştı (bunlar, deney sahasının ötesine geçip meskun alanlara yayılan nükleer denemelerden gelen atık bulutları kadar öngörülebilir olabilirdi). Bu uluslararası uygulamaya katılan Sovyet yetkilileri kazanın hemen ertesinde, izin verilen dozu kazadan önce izin verilenin elli katına çıkardılar. Ancak bu yeni yükseltilmiş normlarda bile, Ukrayna’nın kirlenmiş bölgelerindeki on üç yörede birkaç hafta içinde elde edilen sütün tüketilemeyecek kadar zehirli olduğu rapor edildi.5 Mayıs ayının sonunda, güvenilir parti yetkilileri kapı kapı dolaşarak çiftçileri aile ineklerinden sağdıkları taze, besleyici sütü içmemesi için uyarmaya başladı.6

Kiev’de tüketiciler pazarlarda yeşil yapraklı sebze ve kabuksuz meyvelerden uzak durmaya başlayınca dükkanlar bu ürünleri stoklamamaya başladı. Kentteki üç kontrol noktasında, tırlarla nakledilen besinler denetleniyordu. Giderek daha çok tarımsal ürünün tehlikeli sınıfına kaydedilmesiyle birlikte Kiev’deki yetkililer Ukrayna Cumhuriyetinin güneydeki temiz bölgelerinden sebze sipariş etmeye başladı. Kazadan önce yetiştirilmiş besinlerin stoklandığı depoları araştırıp bulmaya giriştiler. Yetkililer altı ay boyunca Ukrayna’nın büyükkentlerine et nakliyatını yasakladı.7 Ürünlerin radyoaktif tozla kaplandığı açık pazarları kapattılar ve dükkanlarda ve kapalı pazaryerlerinde radyasyon laboratuvarları kurdular. Ordu meteorologları radyoaktif serpintinin kente yağmaması için bulut tohumlama işlemine başvurdular. Ardından, beş ay boyunca yağmur yağmadı. Açığı kapatmak için, kamyonlar sokakları suladı.

Onuncu yüzyılda Kievliler, yüksek bir tepede sağlam kazıklarla çevreledikleri kentlerini saldırılara karşı surlarla koruyorlardı. 1986’da, yeniçağa özgü bir istilacının saldırısı karşısında, kent yetkilileri insan bedenlerini yaşadıkları çevreye karşı korumak için modern Sovyet kentinin altyapısını kullandılar: otoyolları ve kolluk kuvvetlerini birbirine bağlayan bir şebeke kuruldu, biliminsanları laboratuvarlarla donatıldı, merkezi boru tesisatı, merkezileşmiş bir yemek dağıtım ağı ve kent sakinlerinin bedenine ağız yoluyla girecek radyoaktif izotop sayısını azaltmak için herkesin katıldığı paketleme işlemi hayata geçirildi. 

Ortaçağda olduğu gibi, kent surlarının dışında kalan köylüler ise, geçimini sağlamak ve hayatta kalmak için bağımlı oldukları toprak, bitkiler ve hayvanlar gizemli yollardan onların aleyhine dönünce kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar. Sovyet kırsal bölgesi bu ileri teknoloji ürünü felaketi aşmak için gerekli modern kolaylıkların pek azına sahipti. Kuzeydeki yoksul bölgelerdeki çoğu köyde sıhhi tesisat ve merkezi ısıtma bile yoktu. Su, üstü açık kuyulardan çekilip kovalarla taşınıyordu. Banyo yapmak ve çamaşır yıkamak çok zahmetli olduğundan insanlar nadiren banyo yapıp çamaşır yıkıyordu. Neredeyse hiç kimsede, radyasyondan temizlenmek için elzem bir donatım olan duş yoktu. Radyasyon bulaşmış tezek ve odunla ısınılıyordu. Toprak yollardan, radyoaktif partikülleri taşıyan toz kalkıyordu. Su baskınları nedeniyle bazı köylere aylarca ulaşılamadığından, köylülere paketlenmiş ürünler iletilemiyordu. Köy bakkallarında tuz, gazyağı, kibritten başka bir şey satılmıyordu. Çiftçiler kendi topraklarında yetiştirdikleri ürünü yiyordu. Gebe kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere herkes tarlada çalışıyordu. Çok az sayıda hastane ve klinikteki sağlık çalışanı sayısı her yıl giderek düşüyordu. Kiev’den çiftçilerin nükleer santrallerdeki işçilerin uyması gereken güvenlik düzenlemeleri ve temizlik normlarını gözetmesini şart koşan düzenlemeler geldikçe, bunun baştan kaybedilmiş bir savaş olduğu netleşiyordu. 

Felaketi izleyen yıllarda, izin verilen değerlerin üstüne çıkan yiyecek numunelerinin sayısı artmaya başladı. Çok sayıda bölgede, örneği alınan süt, et ve yeşilliklerin yüzde 70’i denetlemelerde geçer not alamadı.8 Toprak radyoaktivitesi görece düşük çıkan bölgelerde bile, tüketilemeyecek kadar radyoaktif yemekler sofraya konuyordu. Tuhaf olan ise, bu haberlerin şaşırtıcı bulunmasıydı. Organizmaların serpilip büyümek için ihtiyaç duydukları mineralleri topraktan ve sudan alma gerekliliği nedeniyle radyoaktif izotopların biyolojik olarak arttığı biliminsanlarının on yıllardır bildiği bir gerçekti. Orta derecede kirlenmiş sularda yüzen balıkların vücudundaki radyoaktif izotoplar hızla, yüzdükleri sudaki izotopların on ila bin katı kadar yoğunlaşır. Bitkilerin kökleri aracılığıyla aldıkları radyoaktif mineraller topraktakinden çok daha yüksek yoğunluktadır. Çernobil santrali etrafında baskın tür olan turbalı, bataklık topraklar ise, yüzey kirliliği düşük olduğunda bile, radyoaktif izotopları bitkinin yenen kısımlarına aktarmaya özellikle elverişlidir. Beyaz Rusya’nın güneyinde ve Ukrayna’nın kuzey bölgelerinde çalışan Sovyet biliminsanları bu fenomeni on yıllar önce, 1960’larda kaydetmişti.9 Şaşırtıcı olan, Sovyet planlamacıların, toplam on reaktörden oluşması planlanan Çernobil Nükleer Reaktör Parkını, biyolojik birikime fazlasıyla olanak sağlayan bir eko-bölgede tesis etmiş olmasıdır.

Nihayetinde, 1989’da, besin ve topraktaki radyoaktivite ölçümlerinin hiçbir değişiklik göstermemesi üzerine, Endüstriyel Tarım Bakanlığı, bu etkisizleştirme çalışmalarının başarısız olduğu sonucuna vardı.10 Çok sayıda köyün başka bölgelere taşınmasına karar verildi ama Sovyetler Birliği siyasal ve finansal bir çöküş yaşayınca, tahliye işlemleri durdu. İnsanlar ya kendi imkanlarıyla taşınacaktı ya da kirlenmiş bölgede yaşamaya devam edecekti. 

Bu tarihin kalan kısmını idrak edebilmek için mikroskobik bir bakış zorunlu çünkü izotoplar insanların bedenlerine girerek gözden kaybolunca, aktivitelerine dair kayıtlar da daha da bulanıklaştı ve bu da Çernobil’in insan sağlığı üzerindeki etkilerine dair tartışmalara yol açan nedenlerden biri oldu. Sovyet doktorları alyuvar ve akyuvarlardaki değişimleri anlamak için kan örneklerini incelemeye aldı ve köylüleri, hastaların vücudundan gelen gama ışınlarını sadece takribi ölçebilen tarama testlerinden geçirdi. İnsan vücudundan gelen ışınların büyük bölümü, vücudun derisi ve suyu tarafından bloke edilir. Canlı insanların bedenlerinde yerleşmiş alfa ve beta partikülleri insancıl bir şekilde ölçebilecek bir tıbbi yöntem ise yoktur. Rivne bölgesindeki araştırmacılar, nüfusun yüzde 24’ünün 1987’de tahmini bir ila iki rem, 1988’de ise üç rem, radyoaktif sezyuma maruz kaldığını kaydetti.11 Sıkı bir şekilde denetlenen alanlarda ise bu oran 10 rem’e kadar çıkabiliyordu. Sovyet biliminsanların 1989’da, güvenli yaşamboyu rem dozunu, 70 yıl boyunca yılda yarım rem olarak açıkladı. Yüksek ölüm oranları yeni çevresel faktörlerin yeni biyolojik gerçeklikle tedirgin edici bir örtüşme içinde olduğunu gösteriyordu.

Bir kağıt parçasına nüfuz edemeyecek kadar zayıf olan alfa ve beta partikülleri, bir bedene girdikten sonra organların hücrelerine ve dokulara kolaylıkla nüfuz ederek DNA bozukluğuna, hasarlı hücrelere, hormon bozukluklarına ve bugüne kadar gayet eksik bir şekilde anlaşılabilmiş bir dizi soruna yol açarlar. Kendi bedenlerindeki dozun yüksekliğinden bihaber olan köylüler, 1980’lerin sonunda yetkililere ve yeni perestroika siyasetçilerine yazdıkları mektuplarda sağlık sorunlarından şikayet etmeye başladılar. Kronik hastalıklardan, doğurganlık sorunlarından, tuhaf ağrılardan, kronik yorgunluktan ve dikkat bozukluğundan mustarip, okul sıralarında birdenbire bayılan güçsüz düşmüş, beti benzi atmış çocuklardan haber veriyorlardı. Tarım uzmanlarının gizli dosyalarda izin verilen düzeyin çok üzerinde radyasyon içeren besinleri raporladığı hemen her bölgede, doktorlar “sağlıklı” olarak kategorize edilen insan sayısında keskin bir düşüş olduğunu belirten gizli raporlar hazırladılar. Ben bu raporları gün yüzüne çıkarana kadar, onları hazırlayan siyasal ve idari birimlerle birlikte Sovyet-sonrası arşivlerinde gömülüp kalmışlardı. SSCB’nin yıkılışından sonra, Çernobil kazasının ehemmiyetini değerlendirme işinin büyük bölümünü uluslararası örgütler üstlendi. 

Dünya Sağlık Örgütü’nün yakın tarihte yayımladığı bir değerlendirmede, acil durum çalışanlarında kataraktın yaygın olduğu, 11,000 çocukta ise tiroid kanseri olduğu, bunların bir bölümünin Çernobil kazasına atfedilebileceği belirtiliyordu. Raporun yazarlarına göre “sağlık üzerindeki esas etki”, kazanın yol açtığı “psikososyal” sorunlar ve kaza sonrasında başka bir yere yerleşmenin insanlarda strese yol açması ve Çernobil’den etkilenmiş nüfusların “çok sayıda nedeni anlaşılamamış fiziksel semptom ve sübjektif sağlık sorunları” bildirme olasılığındaki artıştı.12 Çernobil’in insan sağlığına etkilerinin değerlendirilmesinde, olay yerindeki doktorlarla, daha sonra gelen uluslararası uzmanlar arasındaki fark, klasik radyolojinin insan bedeninden çok çevreye odaklanmasıyla açıklanabilir. Dünya Sağlık Örgütü veya IAEA için danışmanlık hizmeti veren radyologlar genelde çevredeki radyoaktivite düzeyini inceler ve elde ettikleri sonuçları, Japonya’da Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasından beş yıl sonra başlatılan Atom Bombası Kazazedeleri İncelemesi başta olmak üzere, güvenilir çalışmalarda verilen radyasyon hasarı tahminleriyle kıyaslarlar. Çevresel veriler ve atom bombası epidemiyolojisinden faydalanarak, rapor edilmiş hastalık oranlarının ne kadarının radyoaktivite sonucunda başgösterdiğini tespit ederler. Bomba incelemeleri, büyük ölçüde patlamayı izleyen anlarda kaç saniye boyunca ölümcül maddeye maruz kalındığına, odaklanır – insanların bedenlerinin içinden geçen gama ışınlarının yarı-saniyesine. Organlarda geçici veya kalıcı bir şekilde yerleşerek ölümcül olmayan sağlık sorunlarına yol açan beta ve alfa partikülleri üzerine çalışmalar ise çok daha az gelişmiştir. Patlamayı izleyen beş yılda, sağ kalanların sağlık durumları kaydedilmemişti. Öte yandan, Ukrayna’daki Sovyet doktorları, kazayı izleyen yıllarda kontamine bölgelerdeki insanların geçirdiği fizyolojik değişimler hakkında çok etraflı veri toplamıştır.13 Radyolog olarak çalışan fizikçiler ise radyasyonun iç organlar üzerindeki etkilerini araştırmış doktorlarla elbirliği yapma konusunda yetersiz kalmıştır. Bir başka deyişle, radyasyonun insan bedeni üzerindeki etkilerini belirlemek için işe dışsal radyoaktif çürüme sayımlarından başlamak, insanların bedenlerinin yaşadıkları çevreden ayrı olduğu görüşünün egemen olduğu

Antroposen öncesi anakronizmi ayakta tutmuştur. Ve bu yanılgı, Çernobil kazasının insan sağlığında yol açtığı tahribin değerlendirilmesini kısıtlayarak küçültmeye yaramıştır. 

Çernobil kazasını ortadan kaldırma amaçlı otuz yıllık ısrarlı çabalar, kazanın sağlık üzerindeki etkileri hakkında büyük ölçekli epidemiyolojik çalışmaları destekleme konusundaki başarısızlık nedeniyle, uluslararası organizasyonları ve biliminsanlarını radyoaktif serpintilerden kirlenmiş bölgelerde yaşayan insanların çevreye uyum gösterme ve evrim geçirme niteliklerini takip etme fırsatını kaçırmışlardır. Bu da bilim ve tarih açısından büyük bir kayıptır. Radyoaktif bir çevrede yaşayan köylüler sürekli dönüşüm halinde olan Antroposen çağı insanının canlı bir tezahürünü sunmaktadır, bu tezahür kazayla birlikte yavaşça yer değiştirmekte, pikoküri 4. numaralı reaktörün, artık varolmayan bir reaktörün parçası haline gelmektedir.

“Agenturnoe soobshchenie ‘Garcia’”, 3 Şubat 1987, SBU, docs.google.com/viewerng/ viewer?url=http://avr.org.ua/getPDF.php/hdasbu-11-0-992-30-001.pdf?time%3D1652946926

Sarah Vogel, “From ‘the dose makes the poison’ to ‘the timing makes the poison’: Conceptualizing risk in the synthetic age”, Environmental History 13, S. 4 (Ekim, 2008), s. 667.

“Pamiatka: dlia zhitelei naselennykh punktov, podvergshikhsia vozdeistviiu vybrosov radioaktivnykh veshchestv pri avarii na Chernobyl’skoi atomnoi stantsii”, 25 Ağustos 1986, TsDAVO 342/17/4390, s. 41-51.

“Informatsiia o sostoianii ovoshchei v g. Kieva iz khoziaistv Kievskoi oblasti”, no earlier than 4 May 1986; and “O sostoianii ovoshchei i prinimaemykh merakh”, (sekretno v ognom ekzempliare), 5 Mayıs 1986, TsDAVO 27/22/7701, 31-2, s. 21-22.

“Ob ispol’zovanii moloka khoziastvama naseleniia v zone do 60 km”, 17 Mayıs 1986, TsDAVO 27/22/7701, s. 258 

“Informatsiia opergruppy Gosgroproma”, 23 Mayıs 1986, TsDAVO 27/22/7703, s. 26.

A. N. Tkachenko v Kachalovskomu, E.V., 10 Şubat 1987, TsDAVO 27/22/7808, s. 76.

“O tselesoobraznosti nal’neishego prozhvaniia naseleniia v otdel’nykh selakh Narodicheskogo raiona Zhitomirskoi oblasti i Polesskogo raiona Kievskoi oblasti”, 1 Haziran 1989, TsDAVO 342/17/5089, s. 76-77. 

A.N. Marei, R. M. Barkhudarov, N Ia Novikova, Global’nye vypadeniia Cs 137 i chelovek (Atomizdat: Moskova, 1974), s. 26. 

“O pereselenii zhiteli riada cel Narodichskgo raiona”, 2 Şubat 1989, TsDAVO 342/17/5089, 6; and “O proekte rasporiazheniia Soveta Ministrov SSSR, no 1427/2 to 13.02.89)”, 22 Şubat 1989, TsDAVO 342/17/5089, s. 8-9

1988 tarihli Rovno/Rivne raporu, Baranovskaia, Chornobyl’s’ka trahediia, doc 387, s. 499-500; ve Beyaz Rusya sınırının öbür tarafında, “D. Bartolomeevka, Vetkogskogo rain”, 1989, NARB 46/14/1261, s. 132-3.

“1986-2016, Chernobyl at 30”, 25 Nisan 2016, Dünya Sağlık Örgütü, Cenevre. 

Bu çalışmanın bir derlemesi için bkz. Vassily B. Nesterenko ve Alexey V. Nesterenko, ed. Janette D. Sherman-Nevinger, Chernobyl: Consequences of the Catastrophe for People and the Environment, New York Academy of Sciences, Annals of the New York Academy of Sciences, 2009.

Published 27 January 2020
Original in English
First published by Vikerkaar 6/2016 / Cogito 93, Spring 2019 (Turkish version)

Contributed by Cogito © Kate Brown / Vikerkaar / Cogito / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / ET / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion