AVRUPA KAMUSAL ALANININ HAREKETLENDİRİLMESİ

Kültür dergileri bir Avrupa kamusal alanı idealine diğer herhangi bir medya aracından daha yakındır. Bu dergiler politik, felsefi ve estetik fikirlerin tartışılması ve alışverişi için bir ortam yaratmaktadır. Bununla birlikte, bu dergiler şimdiye kadar ancak belli bir noktaya ulaşmıştır. Eurozine’nin baş editörü Carl Henrik Fredriksson, son Eurozine konferansının ana konusunu (Kültür Dergilerinin Avrupa Kamu Alanındaki İşlevi ve Rolü) işlediği aşağıdaki yazısında, yerleşik ulusal gazeteleri gerçek bir Avrupa kamusal alanını desteklemeye çağırmaktadır. Bu da her şeyden önce, açıklık ve gazetecilik sorumluluklarının yeni toplumsal koşulların ışığında tanımlama iradesini göstermelerini gerektirmektedir.

Gustav Freytag’in 19. yüzyıl Alman epik romanının miadını doldurmuş bir örneği olan Soll und Haben (Borç ve Alacak) adlı romanındaki traji-komik ve neşeli bir paragraf, yazdıklarını anlatan gururlu ama önemli bir taşralı gazeteciyi öne çıkarır; aşırı bir özgüvenle, basında çıktığı anda Çar’ı yerinden oynatacak bir makaleyi daha kaleme almayı başardığını iddia etmektedir.

Bugünün Avrupa kentlerindeki kaç gazeteci ve entelektüel yazdığı yazıların Strasbourg veya Brüksel’deki güçlerin, hatta kendi vatandaşlarının oluşturduğu dar çemberin dışındaki herhangi birini yerinden oynatacağına bu kadar emin olabilir? Maalesef, oldukça az bir bölümü.

İsveçli düşünürler İsveçli okurları, Fransız entelektüelleri Fransızları ve Estonyalı yazarlar da Estonyalıları hedef almaktadır. Belki bu durum çok kötü sayılmayabilir. Ancak durumun olumsuz yönü, bu yazarların düşüncelerindeki perspektif ve konuların hemen her zaman İsviçre, Fransa ve Estonya’ya, yani kendi ülkelerine özgü oluşudur.

Euro’nun pek çok ülkede başarıyla benimsenmesine rağmen, kimliklerin, yaşam biçimlerinin ve referans çerçevelerinin -ortak bir kamusal alan olgusunun- Avrupalılaştırılması şimdilik bir hayalden ibarettir. Fakat daha anlamlı bir Avrupa topluluğuna ilişkin uzun dönemli beklentiler de yine bu trendlerin ortaya çıkışına bağlıdır. Avrupa kimliğinin inşaası üzerine yazılan bir makalede, Manuel Castells bu ikilemi aşağıdaki gibi tanımlamıştır:

İnsanların kimliği ulusal ve hatta belirli durumlarda yerel ve bölgesel iken teknoloji yenidir; ekonomi küreseldir; devlet, diğer uluslar arası aktörlerle müzakere halinde olan bir Avrupa iletişim ağıdır. Demokratik bir toplumda, bu tür yapısal, bilişsel uyumsuzluklar sürdürülemeyebilir. Her şey iyi giderken, bir Avrupa kimliğini paylaşmayan Avrupa entegrasyonu yürütülebilir bir proje olsa da, tüm Avrupa alanını ya da belli bir Avrupa ülkesini kapsayan önemli bir kriz, tüm Avrupa çapında ve sonuçları belirsiz bir içe çöküşü başlatabilir.

Başka bir deyişle, ortak kimliğin olmadığı bir ortamda, gerçek ve sürdürülebilir bir Avrupa Topluluğu yoktur. Ve bu türden herhangi bir ortak kimlik esasen bir birleşik Avrupa kamusal alanının varlığına bağlıdır. Bir Avrupa kamusal alanı; ulusötesi değer ve ilkelerin -hatta, ulusötesi uygulamaların- tanımlanıp, şekillendirilip, yeniden-şekillendirilebilmesi ile uluslarüstü politik kuruluşların meşruiyet kazanabildiği olarak bir alan olmalıdır.

Yaklaşık bir yıl önce, ulusötesi düzeyde Avrupa’nın ortak geleceğini tartışmak için en iddialı çabalardan biri ortaya konmuştur. 31 Mayıs 2003’te, yedi Avrupa gazetesi “Avrupa Nedir?” sorusuna cevap niteliğinde olan ve ünlü entelektüeller tarafından kaleme alınan bir dizi makaleyi yayınlamıştır. Umberto Eco, La Repubblica (İtalya); Gianni Vattimo, La Stampa (İtalya); Adolf Muschg, Zürcher Zeitung (İsviçre); Richard Rorty, Süddeutsche Zeitung (Almanya); ve Fernando Savater, El Pais‘de (İspanya) yazmıştır.

En dikkat çekici ve yaygın olarak tartışılır hale gelen makale, tüm projeyi başlatmış olan Jürgen Habermas tarafından kaleme alınmış ve Jacques Derrida’nın ortak imzasıyla Frankfurter Allgemeine Zeitung (Almanya) ve La Libération (Fransa) gazetelerinde yayınlanmıştır.

Son on yılın en etkili iki Avrupalı entelektüelinin farklılıklarını bir kenara bırakmaya ve tek ağızdan konuşmaya yönelik pragmatik adımlar atması, kendi başına kayda değer bir gelişmedir. Normalde bu iki entelektüelin felsefi yaklaşımları tamamen farklıdır. Asıl şaşırtıcı olan, bu iki yazarın analizlerinde göze batan politik anlam yüklü somutlaştırmadır.

Ortak bir Avrupa kimliğinin kuruluşuna ilişkin tartışmalar kültür ya da din tarihinin sisleri içinde kaybolma eğilimindedir. Beylik söylevlerinde Avrupa’nın özgürlük ve demokrasi üzerinde patent sahibi olduğunu ileri sürenler, bu kavramların belirsizliğini daha da artırmaktadır. Avrupa’yı bir arada tutabilecek belirli bir ayırıcı özellik bulma arayışında olanların pek çoğuna göre, somutlaştırılarak ekonomik bir projeye indirgenen bir kıtaya bir tür mitolojik ve mistik bir hava verilmeye çalışılmasıdır. Euro banknotlarının üzerindeki belirsiz mimari motiflere baktığınızda, bu tür özlemleri dile getiren sembollerin boşluğu çarpıcı hale gelmektedir. Beş Euro’luk banknota basılmış olan sisler içindeki viyadüğün neresinde bir Avrupa kimliği bulabilirsiniz? Bu görüntü herhangi bir duygusal etki yapmakta ya da sembolik bir yoğunluk taşımakta mıdır? Bu motif ne gibi kolektif idealleri uyandırmakta veya iletmektedir?

Bu bakış açısından, Habermas/Derrida makalesi varolan çağdaş tarihin bir mucizesiydi. Bununla birlikte, olayın kendisi en azından makalenin analizleri ve sonucu kadar ilgi çekicidir. Bir tür müdahale, bir performans manifestosu şeklindeki bu metin, Avrupalıları Avrupa üzerinde tartışmaya, bir Avrupa kamusal alanı oluşturmaya çağırmaktaydı.

En geniş anlamıyla kamusal alan, eski halk hareketlerini ve yerleşik kurumlar kuruluş amaçlarını yerine getirmekten aciz kaldıkça başdöndürücü bir hızla çoğalan yeni Sivil Toplum Kuruluşları’nı (STK’ları) içermektedir. Ancak kamuoyunun seçkin araçları hâlâ radyo, televizyon, gazete ve dergiler gibi, dijital veya diğer, medyadır. Eğer Habermas 15 S¸ubat 2003’teki savaş karşıtı gösterileri sokakları da içeren bir Avrupa kamusal alanının açılış çanları olarak gördüyse, manifestosu da medyanın tamamlayıcı rolünü yeniden yaşama geçirme çabası olarak tanımlanabilir. Ancak bu bakımdan yazarın girişiminin başarısız olduğu ortaya çıkmıştır; ele aldığı konu hakkında geniş bir ulusötesi tartışmanın meydana gelmeyişi göze batmaktadır. Aksine, kamuoyunun ulus ve dil sınırları içinde tutsak kalışının yeni bir örneğini görmüş bulunuyoruz.

İspanya öncelikli olarak Savater’in makalesine, İtalya ise Eco’nun ve Vattimo’nun makalelerine odaklanmıştır. Aralarında en duyarlısı olmasına rağmen, Alman basını İtalyanca ve İspanyolca yazılan makalelere pek ilgi göstermemiştir. Özgün makalelerin yayınlanmadığı ülkeler ise daha umursamaz davranmış, Financial Times‘da makaleler hakkında tek bir kelime bile çıkmamıştır.

Görkemli iddiasına karşın, Habermas’ın girişimi, adına değecek ulusötesi bir tartışma ve düşünce forumu kurmakta Avrupa denilen modern Babil’in karşılaştığı güçlüklerin çarpıcı bir örneği haline gelmiştir. Bunun başka pek çok örneği de vardır.

Bu tür özlemlerin pahalıya mal olabileceğini, “Avrupa’nın İlk Ulusal Gazetesi” sloganıyla, 1990’da medya patronu Robert Maxwell tarafından hayata geçirilen ve karaya oturan The European projesi göstermiştir. Tirajı 180.000’e kadar çıkan gazetenin yarısından fazlası Britanya’da dağıtılmaktaydı. Gazeteye en çok ilgi gösteren Avrupa ülkelerinden İsveç’teki sirkülasyon ise hiçbir zaman 5.000’i –Ord&Bild ve Arena gibi “küçük”ve “seçkinci” dergilerin düzeyini- aşmadı. 1990’ların ortalarında, Andrew Neil The European‘ı, “The Anti-European” (Avrupa karşıtı) denebilecek bir haftalık gazete haline getirdi. Sonunda, geniş bir Avrupalı okur kitlesini hedefleyen başlangıçtaki vizyonundan ışık yılları kadar uzaklaşan gazete tepe taklak gittiğinde yasını tutan pek olmadığı gibi, on yıl bile sürmeyen bu macera 70 milyon sterline patladı.

İki dilde yayın yapan seçkin Alman/Fransız televizyon istasyonu Arte, geçenlerde onuncu yaşını kutlarken, 1.260 civarında ödül almanın kıvancı içindeydi. Ama henüz piyasanın %1’ne ulaşma hedefinin yakınlarında bile değildi. Arte‘nin “Avrupa bu istasyonu izliyor” şeklindeki gururlu sloganına rağmen, Almanya ve Fransa dışında üçüncü bir ortak bulması uzak bir olasılıktır. Bu televizyon kanalı, bu iki ülkede bile bir Avrupa kamusal alanını andıran bir şeyin temelini atacak kadar güçlü ve çekici profil ya da marka yaratmayı başaramamıştır.

Habermas ve diğerlerinin makalelerini İsveçli, Türk ve Slovak ve -kısa bir süre önce- Polonyalı okurlara sunma görevini kültürel ve siyasi dergilerin üstlenmesi hiç de rastlantı değildir. Bu yayınlar, bir Avrupa kamusal alanı idealine en çok yaklaşan medya dilimini meydana getirmekte; ulusötesi yayın ağlarının hem içinde hem dışında siyasal, felsefi, estetik ve kültürel fikirleri dilden dile yaymaktadır. Büyük ölçüde Fransa’dan yönetilen Le Monde diplomatique‘in, 20’ye yakın farklı dilde baskısı vardır. Daha az eşgüdümlü olmakla beraber, Lettre international da iyi bir örnektir. Eurozine ağında, 50 ortak yayıncı ve daha gevşek bir şekilde bağlantılı olan 60 yayın organı makale ve fikir alış verişi yapmaktadır. Ancak, Eurozine ağı içinde ve dışında tercüme edilen ve yayınlanan bir makale 1 milyonun üzerinde toplam sirkülasyona erişirken, kültür dergilerinin kozmopolitanlığı düşük bir ölçektedir. Bu kültür dergileri kısmi ve muhalif bir kamusal alanı temsil etmekle beraber, menzilleri kamuoyunu biçimlendirebilecek ve halk iradesini güçlendirilebilecek, hayati meselelerin ciddi olarak tanımlanıp tartışılabildiği bir ortamı besleyebilecek çapta değildir. Ortak bir Avrupa kimliğinin oluşacağı, oluşmasına aracı olacak ve yeni ulusötesi politikaların meşrulaştırılmasının temeli olarak hizmet edecek bir kamusal alan bundan daha geniş çaplı olmak zorundadır.

Sonuç olarak, heterojen bir ulusal yönelimli izleyici, dinleyici ve okuyucu topluluğuna erişmenin güçlüklerini aşmanın tek bir yolu var gibi görünüyor: İsveçli, Fransız veya Estonyalı okuyucuların kendilerini yabancı hissetmeyecekleri bir masada “yabancı” düşünür ve kavramlara yer verebilecek şekilde, hem içerik hem de bağlam çevirileriyle yerleşik ulusal medyanın öncülüğünde oluşturulacak bir Avrupa kamusal alanı. Dagens Nyheter, Le Monde ve Postimees gibi ciddi gazetelerin bu bakımdan oynayabilecekleri çok belirleyici rolleri vardır. Ancak bu yönde yapılacak her hareket; gazetecilik ve vatandaşlık sorumluluklarını yeni sosyal, politik ve kültürel şartların ışığında yorumlamak için gerekli irade ve yapıya sahip olan, önde gelen medyanın en azından açık olmasını gerektirecektir. Eğer Castells’in ileri sürdüğü gibi, devlet bir Avrupa ağıysa, o zaman dördüncü gücün görevini yeniden tanımlaması lazımdır. İsveç’in tek bir önemli entelektüeli bile Habermas’ın kışkırtıcı manifestosunun tutarlı bir analizini yapmaya girişmemiştir. Bundan çıkarılabilecek bir sonuç, İsveçli aydınların görevlerini ihmal ettiği olabilir; ama daha verimli bir yaklaşım, bu ilgisizliğin önde gelen İsveç medyasının kendi ülkelerinin dışında başlayan tartışmaları saptayıp yorumlama yeteneği hakkında ne ifade ettiğini sormak olabilir.

Küçük meslektaşlarına (yani kültür dergilerine), biraz kıskançlık (biçim ve saygınlıkları bakımından), biraz da küçümseme (sirkülasyon ve etkileri bakımından) lie bakacakları yerde, tüm Avrupa’daki ulusal gazeteler daha geniş bir dünyanın kapılarını açmayı sağlayacak bir işbirliği girişiminde bulunabilir. Bu girişim, dergi makalelerinin özet ya da tam metin halinde, dergi basımının öncesi veya sonrasında yayınlanmasını veya yabancı (yalnızca İngilizce yayınlanan değil) basın kuruluşlarıyla sendikasyon anlaşmalarını içerebilir. Bu tür çalışmalar halen belirli bir ölçüde yapılmakla beraber, daha alınacak çok yol vardır. Bu tür bir hareket ulusötesi bir kamusal alanın inşasında dergilerin potansiyel güçlerinin vurgulanmasını, takviye edilmesini ve bu güçten yararlanılmasını sağlayabilirdi. Buna mukabil, daha büyük gazeteler, öncü düşünürlerin artık herhangi bir ülkenin tekelinde olmadığı bir dünyada kamuoyunun biçimlendirildiği forumlar olarak sorumluluklarını yerine getirmekte daha fazla kaynak ve teşvik unsuruna kavuşacaktır. Özellikle ulusal ve kurumsal sınırları aşan yayın ağlarının kuruluşuna gelindiğinde, günlük gazetelerin dergilerden öğrenebileceği çok şey bulunmaktadır.

Bir Avrupa kamusal alanı birleşik bir Avrupa’nın önkoşulu olabilir, fakat birlik aynılıkla karıştırılmamalıdır. Tersine; İsveçlilerin Estonyalılar gibi ya da Estonyalıların Almanlar gibi yazmasına gerek yoktur. Asıl aşılması gereken zorluk, farklılıkların ciddiyetle ele alınması ve yeni bakış açıları için -söylemde ya da düşüncede- yer açılmasıdır. Ancak bu tür zengin ve serbestçe bir diyalog ortak bir kimliğin gelişmesini ve güçlenmesini sağlayacak potansiyele sahiptir. Freytag’ın romanındaki taşralı gazetecinin, Smålands Allehanda adlı küçük bir yerel gazetenin köşe yazarı olan İşveçli muadili bizi güldürebilir: “Alman S¸ansölyesi’ni mevcut politikalarında ısrar etmemesi için uyarmıştık ve şimdi bu uyarımızı tekrarlıyoruz…” diye yazarak, Bismarck’a esaslı bir şekilde giydiren bu gazeteci kamuoyundaki yerinde ısrar etmekteydi.

Bu tavır bize ne kadar komik gelse de, bu tür su katılmamış bir cüretkârlığın kendi başına bir çekiciliği olduğu yadsınamaz.

Published 19 January 2005
Original in Swedish
Translated by Özlem Tezcek/Osman Deniztekin

Contributed by Varlik © Varlik Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / SV / IT / DE / TR / MK / ET / FR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion