Yaşar Nezihe: “Tebessümünle Mahvolan Melâlimi Tahattur Et”

Hatırlıyorum; ilk Prof. Dr. Martin Hartmann’ın “Der Neue Orient” GmbH tarafından 1919’da Berlin’de basılan Dichter der neuen Türkei (Yeni Türkiye’nin Şairleri) adlı antolojisinde tesadüf etmiştim adına; ancak bilinmez niye, Urfalı gazelhan Kazancı Bedri’nin icra ettiği “Mecnûn İsen Ey Dîl Sana Leylâ mı Bulunmaz?”dan sonra düşmüştüm peşine…

Doğrusu, bir yazın işçisi için bereketli bir “malzeme”ydi: Osmanlı basınında peçesiz fotoğrafı yayınlanan ilk Müslüman… “1 Mayıs” hakkında ilk Türkçe şiiri yazan sosyalist şaire… İlk işçi şaire… Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı Aydınlık 1 dergisinde yazan ilk kadın… vs. vs.

Yaşar Nezihe

Ne çok “ilk”… Üstelik benimki sadece kuşbakışı, üstünkörü, yalapşap bir bakış… O halde ne duruyorum, kim tutuyor beni? Mesele şu: Acaba, Füsun Çoban Döşkaya’nın 2 “yaşamı boyunca dil ötesi bir alana hapsedilmiş, kimlik ve beden denetimine maruz kalmış” olarak tanımladığı kişiyi, yani Mazlûme, Mahmûre yahut Mehcûre’yi mübalağa etmeden nasıl “okuma”lı? Okumaya, Jaschar Nezihe Hanum’dan mı (Hartmann) başlamalı, yoksa Yaşar Zeliha’dan mı? Galiba en baştan başlamalı, en baştan…

Kayıtlarda 17 Kanun-i sâni 1297 olarak geçiyor doğum tarihi… Gregoryen takvime göre 29 Ocak 1882 yani. Titizliğiyle bilinen Asım Bezirci aynı kanaatte değil oysa… 13 Ocak 1882’de, “fırtınalı bir gecede, İstanbul’un Şehremini semtinde, Baruthane Sokağı’nda harap bir evde” doğduğunu söylüyor. Hartmann ise 14 Ocak 1882’de… Taha Toros, 17 Ocak 1880’de… İsmail Hikmet Ertaylan da gün vermeden, Ocak 1880 demekle yetiniyor… Neyse günde, yılda olmasa bile “ocak”ta uzlaşılmış; bu da bir şey sonuçta…

Gel gör ki, karışıklık sadece doğum tarihinde değil. Hartmann, Bezirci ve Ertaylan uyum içinde; üçüne göre de şaire Şehremini semtinde, Baruthane Yokuşu’nda doğmuş… Ama çoğunluk Silivrikapı, bir adı da Hünkâr İmamı olan Hünkarbeğendi Sokak’ta ısrarcı… Acaba niye? Sokak adı değişmiş olabilir mi? Kısa sürede ulaşabildiğim kaynaklara göre değişmemiş… Doğum kaydı da yok ki bakalım…

 

En Acı, En Ağlatıcı, En Derin…

Babası Kadri Efendi, Şehremaneti Kantar İdaresi’nde bir hademe; “cahil, sefil, sarhoş, hissiz ve şefkatsiz bir adam”mış; “aydan aya aldığı iki yüz kuruş maaşı da götürür içkiye verir, evde çocuğu karısı bin bir azap ve ıstırap içinde kıvranarak açlık ve muhtaçlığın en acı, en ağlatıcı, en derin, en siyah elemlerini yaşarlar”mış…3

Anne, Tatar asıllı, Bahçesaraylı Kaya Hanım’mış… Edâ dendiği de olurmuş… İşte bu kadın, “bir taraftan çocuğunu beslemek, diğer taraftan eviyle uğraşmak, hayat ile mübâreze etmek mecburiyetleri karşısında çarpına çırpına tamam on altı sene didişmiş, uğraşmış, nihayet zerre zerre yıpranan, çürüyen vücudu, kemikleri üzerine çöken menhûs veremin tahribatına dayanamayarak yıkılıp gitmiş.” (Ertaylan) günün birinde, kızı henüz 6 yaşındayken…

Beş çocuklu ailenin üçüncü ve yaşayan tek çocuğunu, bedbaht Yaşar Zeliha’yı yani, Kadri Efendi’nin yaşlılık ya da sakatlık dolayısıyla yürüyemeyen, kimi kaynaklarda “yarı-deli” olarak tanımlanan, gençlik aşkına sadakatinden dolayı hiç evlenmeyen teyzesi Zehra Hanım yanına almış; küçük yaşta ölen kardeşlerinin akıbetine uğramasın istemiş. Ancak Yaşar Zeliha ile komşuları ilgilenmiş daha çok… Buna rağmen ona Leyla ile Mecnun, Ferhan ile Şirin, Kerem ile Aslı hikâyelerini okumayı ihmal etmemiş teyzesi. Bu okumalar küçük kızın içinde, Bezirci’ye göre “fırtınalar koparmış”, Ertaylan’a göre de “okumak emelini ateşlemiş”… Derken sokakta erkek çocuklarıyla oynamaktan vazgeçip okula yazılmak istemiş ve babasına açılmış. “Cahil ve sefil bir mahlûk olan bu iz’ansız ve vicdansız baba, kızının bu mukaddes arzusunu takdir ve kendisini teşvik edecek yerde, bilakis tahkir ve tehdide başlamış, hattâ dövmüş”… Fakat tüm tekdir (azarlama) ve tehditler işe yaramamış; Kapıağası İbrahim Ağa İptidai Mektebi’ne gidip muallime arzusunu söylemiş; öksüzlüğünden dem vurup sefaletini hikâye etmiş. Muallime de okumanın sevk ve tesirindeki kıza “hayır” diyememiş. Bu serüveni öğrenen zalim baba, Kemalettin Tuğcu roman kahramanlarının ete kemiğe bürünmüş hali olarak adeta, saçından sürükleyip tekme tokat evden kovmuş; “kızcağız günlerce komşularının evlerinde gecelemiş, bir sığıntı hayatı yaşamış.”

 

Bir “Kendi Gelen”, Ama Nereye?

Bu maddi ve manevi zulme ne kadar dayanabilir ki insan? Ama mecburen, ama gönülsüz, dönmüş eve… Babası da itiraz etmemiş ve hoş sayılabilecek bir görüyle açmış kapıları… Ve böylece, binbir belaya maruz kaldığı iptidaî mektebine bir sene kadar gidebilmiş en fazla… Bezirci, tam da bu süreçte babasının Yaşar Zeliha’ya “kendi gelen” adını taktığını söylemekte. Hakkı Tarık Us ise kendi rızasıyla okula gelen bu küçük kız çocuğuna “kendi gelen” isminin bizzat müdür tarafından konulduğunu…

Tahsil hayatı hepi topu bu; “üst tarafı sırf kendi zâtî gayreti ve iradetiyle elde edilmiş” (Ertaylan)… Kendi kendine elişi öğrenmiş, âşıkların kitaplarını okumuş (Bezirci)… Ve şiire meyletmiş. O günleri ise şöyle özetlemiş: “İçimdeki okuma hırsını yenemiyordum. Beş param yoktu. Dere kenarlarında papatya, ebegümeci tohumları toplayarak aktarlara satardım. Kazancımın kırk parasını kalfaya verirdim. Gördüğüm bütün tahsil budur. Edebiyatı, şiir yazmayı kendi kendime öğrendim.”4

Ve öğrendiklerini okurla buluşturma bağlamında, Ahmet Rasim’in Leylâ Feride nam-ı müstearıyla Malûmat mecmuasında yazdığı şu beyit, tetikleyici sebep olmuş:

Çâre bulan olmadı bu yâreye/ Pek yazık oldu dil-i âvâreye”.

Henüz 14 yaşında, heves edip yazdığı, sonra da Mazlûme mahlasıyla gönderdiği şiir (şarkı mı yoksa), Mâlûmat’ta kendine yer bulmuş hemencecik:

Sûziş-i aşkınla her an âh u efgan eylerim/ Derdime sensin sebep dermânı senden isterim”.

İşbu Şarkı’ya ilham olan kişi, sokaklarda devriye gezen mahalle karakolundan Hilmi Çavuş’muş. Amma velakin karşılıklı aşk, babanın reddiyle ansızın nihayet bulmuş.

Edebiyat tarihi açısından ise Şarkı’da hangi mahlasın kullanıldığı biraz muammalı bir durum olarak kalmış: Asım Bezirci ve Ertaylan, Mazlûme mahlasını kullandığı inancındayken, On Dokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. İlknur Tatar Kırılmış aynı kanıda değil. Kaynak da vererek durumu şu şekilde izah ediyor: “‘Sûziş-i aşkınla her an âh u efgân eylerim/ Derdime sensin sebep dermânı senden isterim’ beytiyle başlayan ‘Şarkı’ Mahmûre imzasıyla; ‘Bî-vefâlık dersini ta’lîm edip cânânıma/ Ey felek bilmem niçin kast eyliyorsun cânıma’ beytiyle başlayan ikinci ‘Şarkı’sı Mazlûme imzasıyla alt alta Mâlûmât’ın aynı sayısında neşredilir.”5

 

Şarkınız Pek Güzel…

Mâlûmât dediğim, Servet-i Fünûn gibi yeni edebî oluşumlara karşı bir denge unsuru olarak doğrudan doğruya Abdülhamit tarafından desteklendiği ileri sürülen, Fuad ve Artin Beylerin öncülüğünde, II. Abdülhamit devrinde yayımlanan ilmî, fennî ve edebî muhtevalı haftalık bir mecmua… İmtiyaz sahibi, müdürü ve muharriri ise Mehmed Tahir; nam-ı diğer Baba Tahir…

Mecmua, hem Servet-i Fünûn hareketinin doğmasına sebep olan “abes-muktebes” tartışmasını başlatan Hasan Âsaf adlı gencin “Burhân-ı Kudret” adlı manzumesini, hem de Servet-i Fünûn hareketinin dağılmasına yol açan Ali Ekrem’in “Şiirimiz” adlı yazısını yayımlaması açısından mühim… Tabii bir de heveskârlara kucak açması… Bastıkları şiirin üzerine şairi cesaretlendiren, çoğu bir cümleden mürekkep değerlendirmeler yazılması da… Mesela Yaşar Zeliha için yazılan not şöyle: “Şarkınız pek güzel.”

İlk aşkı Hilmi Çavuş’a kavuşamayan Yaşar Zeliha, ilk evliliğini işsiz kalan babası Kadri Bey’in diretmesiyle kendisinden 27 yaş büyük olan evkaf kâtibi Âtıf Zahir Efendi ile yapmış, 1314 [1897] senesinde… “İlk zamanlar biraz güneşli günler görür gibi olmuş ise de uzaktan yüzünü gösteren bu saadet bir fecr-i kâzîb [yalancı fecir; ufukta göğe doğru dikine yükselen aydınlık] gibi çabucak sönüp gitmiş.” (Ertaylan) Ayrılık sebebi: Yaşar Zeliha’nın bir türlü hamile kalamaması… Hem de daha önce üç kez evlenmiş, hiçbirinden çocuğu olmayan birinden…

Rivayet edilir ki, zaman zaman “Yaşar Nezihe binti Kantarcı Kadri” şeklinde mahlas kullanan Yaşar Zeliha, adını Yaşar Nezihe olarak, biraz da Âtıf Efendi’nin ısrarı sonucu değiştirmiş. Zat-ı âlileri şairenin ismini beğenmiyormuş da…6 Bu arada Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte, 1934’te “Bükülmez” eklenmiş adının yanına…

İkinci evliliğini mühendis Fevzi Bey ile yapmış Yaşar Nezihe ve beş buçuk sene süren bu evlilikten Sedat, Suat ve Vedât isimli üç oğlu olmuş. Ancak Fevzi Bey’in hovardalıkları, mutluluğu dışarıda aramaları, âşık olduğu birinin peşine takılarak eşini ve çocuklarını yüzüstü bırakmaları, nihayetinde Sedat ve Suat’ın açlıktan ölmeleri bardağı taşırmış, ayrılmış.

Ayrılıklarının üzerinden beş yıl geçmiş. Mühendis Fevzi Bey’den bir haber gelmiş. Ağır hasta imiş; son bir kez görmek istemekteymiş. Hiç tereddüt etmeden gitmiş Yaşar Nezihe… Karyolanın kenarına oturmuş. Fevzi Bey bir yudum su istemiş. Suyu içtikten sonra yaşlı gözlerle, “Beni affet Nezihe!” demiş. Bir süre, beş buçuk yıl süren azabı, ihmali yüzünden kaybettiği fidan gibi iki çocuğu düşünmüş ve çektiği acılarla nasırlaşmış olan kalbinin son cevabını vermiş: “Affedemem!” Üç saniye sonra gözlerini yummuş hayata Fevzi Bey; eli Yaşar Nezihe’nin avucunda soğurken…

 

50 Gün Süren İzdivaç…

Burada eğilip bükülmeyen ruhu, ancak her daim böyle dirayetli kalamamış; iki defa intiharın eşiğine kadar gelmiş, teşebbüslerinde muvaffak olamamış… Her seferinde onu hayata oğlu Vedat tutundurmuş.

Birçok ihanete hedef olduktan sonra hayatın dikenli yollarında yuvarlanmış Yaşar Nezihe; ta ki muharrir Yusuf Niyazi Erdem, yani ilk eşinden önceki nişanlısı yeniden hayatına girene değin… Muhabbet artınca evlenme ihtiyacı hissetmiş ikili… Ancak vaktiyle babası yüzünden engellenen izdivaçları yaklaşık 50 gün sürmüş. Yaklaşık; zira Soner Yalçın 55 diyor, bir makalesinde, kaynak belirtmeden…

Sanırım sözü burada Yaşar Nezihe’ye vermekte yarar var:

“Evvelce nişanlı kaldığımız Yusuf Niyazi Bey, aradan 13 yıl geçtikten sonra, bana talip oldu! Yakamı bırakmadı. İlk iki evliliğimden yüreğim yanıktı. Ama üçüncü kez de olsa talihimi bir daha deneyim, dedim! Hay demez olaydım! Güya yuvamıza uğur getirir diye, nikâh günümüzü, ikinci meşrutiyetin dördüncü yıldönümüne rastlayan 10 Temmuz 1912’ye düşürmüştük. Niyazi’nin görev yeri olan Cide’ye gitmek üzere İstanbul’dan vapura bindik. Adam daha vapurda iken çapkınlığa başladı. Cide’ye vardığımızın on ikinci günü de evvelce boşadığı iki kadını eve getirdi. Gayet soğukkanlı bir dille ‘Hep birlikte otururuz!’ dedi. Nikâhlandığım 10 Temmuz günü ben onun onuncu karısıymışım da haberim yokmuş! Ancak elli gün dayanabildim. İstanbul’a dönüp mahkemeye başvurdum. Adam, boşamam boşamam, diye tutturdu. Zar zor boşanabildim. Üç evliliğimde, düş kırıklığına uğradım. Hiçbirinden ne birlikte olduğum günlerde ne de ayrıldıktan sonra on paralık yardım ya da nafaka ve tazminat gibi bir şey görmedim.”7

Boşanmış olması, tüm irtibatının kesileceği anlamına gelmemiş olacak ki, uzun, hayli uzun süre mektuplaşmış Yusuf Niyazi ile Yaşar Nezihe… Gerçi daha çok Yusuf Niyazi yazmış, ama karşılık vermezlik de yapmamış Yaşar Nezihe… Ayrıca, eşinin 1917’den 1928’e kadar 193 sayı çıkardığı Nazikter’de baş şair(e) olarak yer almış. Yine eşinin elyazısıyla çıkardığı Çiçek’te de şiir ve mektupları yayımlanmış.

Evlatlarından sonra babasının ve amcasının ölümü onu iyice yalnızlaştırmış. Kendini oğlu Vedat’a adamış; “bütün ümidini istikbaline hasrettiği oğlunu yetiştirmek için gece gündüz çalışır, bekâr çamaşırları yıkar, asker ve fukara elbiseleri diker, elinin ekmeği, alnının teriyle kazanır, yaşar ve yaşatır”mış (Ertaylan). Gel gör ki, şiirden de vazgeçememiş, ne yapsa… Tamamen kadınlara ait ilk dergi olan Kadınlar Dünyâsı’nın hemen hemen her sayısında yer bulmuş. Hatta derginin 124. sayısının kapağı ona ayrılmış, “Büyük Şaire Yaşar Nezihe Hanımefendi”ye yani…

 

Bir Deste Menekşe…

Yıllar pek bonkör davranmamış Yaşar Nezihe’ye; Balkan Savaşı, yalnız sosyal ve kültürel yıkımlar, çökkünlükler değil, ekonomik ve manevi krizleri de beraberinde getirirmiş. Yakınları savaşa giden insanların mektuplarını okumak ve onlara cevap yazmak bu yıllardaki geçim kaynağı olmuş:

“On yedi sene Esirgeme Derneği’ne, daha sonraki yıllarda Kızılay’a iş işledim. Şark Eşya Pazarı’nda dikişçilik yaptım. Darphane’de İstiklâl madalyalarının kurdelelerini diktim. Geceleri, beş numaralı bir petrol lambasının fersiz ışığı altında, gergef başında sabahları bulduğum çok olmuştur. Bunun yanında kalemimle kendime yan gelir sağladım. Gerek I. Dünya Savaşı’nda gerekse İstiklâl Savaşı’nda, elimde divit, komşularımın cephede bulunan kocalarına, oğullarına, kardeşlerine mektuplarını yazarak geçim sağladım.”8

1913 senesinde neşredilen Bir Deste Menekşe, şairenin tarif ve tecrübe ettiği buhran süreci sebebiyle pek fark edilmemiş. Bir iki eş dostun kütüphanesine girmiş sadece… Gerçi aceleye getirildiğini düşünenler de çıkmış; kitaba seçilen şiirlerin belirli bir olgunluğa ve bütünlüğe ulaşmadığını…

Tuhaflıklar peşini hiç bırakmamış… 45 yıllık memuriyeti sonrasında koleradan ölen babasından dolayı 22 yaşında bağlanması gereken maaşı 34 yaşında bağlanmış. Ama ne maaş: 42,5 Kuruş! Bu hayli gecikmiş ve hayli düşük maaşı protesto etmek amacıyla gazetelere mektuplar göndermiş Yaşar Nezihe:

“Pederim kırk sene Şehremâneti Kantar İdaresi’nde hizmet etmiş, kırk sene Emanet, pederimin yüzde beş kuruş maaşından takaüdiyeye kesmiş. Üç yüz yirmi yedi senesi bir kolera gelip pederimi karargâh-ı ebedîsine götürdü. Pederin tekaüdiyesinden Emânet bana kırk iki buçuk kuruş tahsis etti. Bu kırk iki buçuk kuruşun bu kadar senedir her ay kırk beş parasını kat’ ederler. Bu seksen beş para da arkaya bırakacağım evlâdım için ihtiyaç parası mıdır, nedir bilmem. Gümüş para zamanında bu parayla hâne kirasını veriyordum. Şu gün hânemin kirası dört liradır. Emânet kâğıt para olarak 42.5 kuruş, kırk on beş de para veriyor. Bu para ile bu hayatı sürüklemek mümkün değil. İhtiyar bir kadınım, evvelki gibi çalışamıyorum. Gözlerim görmüyor. Yağsız en kuvvetli makineler bile işlemez. Hayatım daima açlık ve acılar içinde geçiyor. Açlık alçaklık değildir. Uzun müddet bu hâle tahammül mümkün değil. Bir gün haber-i vefâtım işitilirse açlıktan öldüğüme herkesin vicdanı emin olsun.”9

40 Kuruşa Eytâm Maaşı…

Şairenin feryadını Tanîn gazetesi muharrirlerinden İsmail Müştak (Mayakon) duymuş ve ertesi günkü yazısını bu konuya ayırmış. “40 Kuruş Eytâm Maaşı” başlıklı fıkrasında, bir hamalın gündelik yevmiyesinden bile az olan bu maaşı, acınacak bir hadise olarak görüp, “42,5 kuruşa iki bardak su dahi içilememektedir” serzenişinde bulunmuş. Lakin bir muhatap bulamamış bu dikkat çekiş de…

İşbu ahval içinde, Mayıs 1923’te, Aydınlık’ta yayımladığı “1 Mayıs” adlı şiiri, belli bir farkındalık ve coşkuyla karşılanmış. Örgütlü mücadele, işçi grevine çağrı ses getirmiş. Aynı dergide, birkaç sayı sonra “Kızıl Güller” isimli manzumesi okurla buluşmuş. Yine yıl içinde Mürettipler Cemiyeti’yle gazete sahipleri arasında bir anlaşmazlık çıkmış ve greve gidilmiş. Bu greve destek vermek üzere “Gazete Sahiplerine” isimli bir şiir yazmış Yaşar Nezihe. 18 Eylül 1923 tarihli Haber’de çıkan bu şiirle haksızlığa uğrayan işçileri savunmuş.

Çok değil, bir yıl sonra, Aydınlık’ta, ilk 1 Mayıs şiirinin iklimine sahip yeni bir 1 Mayıs şiiri yayımlanmış… Ve çanlar çalmaya başlamış Yaşar Nezihe için… Şiirlerini Aydınlık’ta yayımladığı, Amele Cemiyeti’ne üye olduğu ve grevlere destek verdiği, hatta vaktiyle (1920’de) Ankara’ya açlıktan yakındığı telgraf gerekçesiyle 3 Haziran 1341’de “komünistlik” suçlamasıyla gözaltına alınmış. Karakolda bir gece tutulup sonra serbest bırakılmış. Uzun süre de takip edilmiş. Bir başka kaynağa göre de Osmanlı dönemi feministlerinden Nezihe Muhittin Hanım’ın ilgisi sayesinde soruşturmada aklanmış.

1924’te (bazı kaynaklarda 1925’te) Rifat Necdet’in teşviki ve desteği sayesinde okurla buluşan Feryâdlarım adlı şiir kitabı, hayal kırıklıkları ve derin acıları özellikli bir şekilde dile getirmesine rağmen, pek iltifat görmemiş. Günden güne dergilerde görünmez olmuş. Bunun üzerine Murat Uraz, şairenin öldüğüne kanaat getirip hazırladığı antolojide (Kadın Şair ve Muharrirlerimiz) Yaşar Nezihe’nin ölüm tarihini 1934 olarak tespit etmiş. Oysa o tarihlerde Taha Toros Yedigün için şaireyle söyleşmiş. İlginç bir vaka…

Bu arada Yaşar Nezihe, Taha Toros’a Şiir Defteri emanet etmiş; içinde gelin kaynana atışmalarını andıran manzumeler ile birkaç evrakın bulunduğu… Oğlu Vedat’ı, gelini Hasibe ile paylaşamamasının izdüşümleriymiş bunlar… Ki, aradan neredeyse yarım yüzyıl geçmesine rağmen henüz kitaplaşmamışlar…

 

Temele Gül Diken…

Yıllar sonra, altmışların ikinci yarısı olsa gerek, Asım Bezirci, “Şiirimizin Solu” üstüne bir inceleme yapmaya giriştiğinde, rahmetli Neriman Hikmet’in kılavuzluğunda Vedat Bey’in Göztepe’deki evinde Yaşar Nezihe Bükülmez’le söyleşme imkânı bulmuş. Karşılaştıklarında şaire 86 yaşında imiş… Oğlu o gün evde yokmuş… Kapıyı gelin Hasibe Hanım açmış… Yaşar Nezihe’nin elleri titriyor, ama belleği dipdiriymiş… Kendisini yormamak adına az soru sormuş… Bir süre sonra tekrar görüşmek umuduyla aradığında ise Yaşar Nezihe’nin de, oğlunun da öldüğünü öğrenmiş.10

1971 yılında ölen Yaşar Nezihe için Bekir Yıldız’ın yazdığı “Ölü Soğumadan” adlı öykünün soruşturmaya uğraması, siyasi ve edebî tarihimiz açısından biraz tuhaf, hayli ironik bir durum olmuş doğrusu… Hele hele 1974 affı ile yazarın serbest bırakılması, buna rağmen öykünün tutuklu kalması ise tuhaf ötesi ve absürt…

Ne diyorduk: İşte böyle efendim…

 

Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurucuları arasında yer alan Şefik Hüsnü Deymer önderliğinde, 1 Haziran 1921 tarihinde aylık olarak yayın hayatına başlayan ilk sosyalist dergi…

Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi…

İsmail Hikmet Ertaylan, Türk Edebiyatı Tarihi I-IV, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2011, s. 1133.

Hakkı Tarık Us, İkinci Jübilenin Değerleri, Vakit, 7 Ekim 1948, s. 3.

İlknur Tatar Kırılmış, Şair Bir Halk Kızı Yaşar Nezihe Bükülmez, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 1/4, 2012, s. 70-84.

Taha Toros, Mazi Cenneti, İletişim Yayınları, 1992, s. 128.

Taha Toros, Mazi Cenneti, İletişim Yayınları, 1992, s. 133.

Taha Toros, Mazi Cenneti, İletişim Yayınları, 1992, s. 139.

İlknur Tatar Kırılmış, Şair Bir Halk Kızı Yaşar Nezihe Bükülmez, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 1/4, 2012, s. 70-84.

Asım Bezirci, Temele Gül Dikenler, Çınar Yayınları, 1993, s. 21-28.

Published 16 March 2017
Original in Turkish
First published by Varlik 3/2017

Contributed by Varlik © Murat Batmankaya / Varlik / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion