NORMALİTE Mİ, NORMALİTELER Mİ?

BİR GEÇİŞ DÖNEMİNDEN BİR SONRAKİNE

Yıllar boyu “Batı tarzı normalite”nin peşinde koştuktan sonra, yavaş yavaş meselenin normalite değil, normaliteler; kendimizi kaynaştırmamız gereken girift, dinamik hal ve durumlar olduğunu keşfediyoruz.

1990’ların başında demokratik bir topluma dönüşmeye çalışan Romanya’nın kamuoyu tartışmalarında “Batı”ya sık sık gönderme yapılırdı. İster siyaset, ister kamu yönetiminin işlevselliği, ya da kentlerin temizliği hakkında yazsınlar, yorumcular “Ne zaman normal bir toplum olacağız?” sorusunu dile getirirlerdi. Genel olarak “normal” bir toplumun Batı tarzı bir toplum olması gerektiği kabul edilirdi. “Batı”, günlük yaşamda da sık sık başvurulan bir referanstı. Gazetelerin küçük ilanlar sayfalarında, “Batı tarzında yenilenmiş satılık daire” türünden ilanlar okunurdu. Bu, şu anlama geliyordu: Çavuşesku döneminin sevimsiz, kasvetli apartman daireleri Batı Avrupa’dan ithal edilmiş türlü aksesuar ve dekorasyon malzemesiyle “şenlenmeye” başlamıştı. Bu durum ise, alıcıların fiyatlardaki önemli artışları karşılamaya güçlerinin yeteceğini varsaymanın yanı sıra; halkı gerçekten istediği gibi yaşamaktan ziyade sadece yaşamını idame ettirmeye zorlayan bir rejim sırasında baştan savma bir şekilde tasarlanıp inşa edilen apartman dairelerinde belli bir konfor, bir “normalite” hissi aradıklarını da ima ediyordu.

Homojen bir “Batı”ya bu tür göndermeler, kültürel özellikleri gözden kaçırıyordu: biz Romenlerin gözünde Palermo ile Stockholm, Viyana ile Marsilya arasındaki kültürel, kentsel ve toplumsal farklar bir şey ifade etmiyordu; Britanya ve İsviçre’nin demokratik sistemleri arasında anlamlı farklılıklar olması önemli değildi. Bunlar apartman dairelerini alıp satanların çoğu kez göz ardı ettikleri “incelikler” di. “Normalite” (normallik) Batılı toplumlara özgü belirli bir yaşam tarzını yeniden kazanmak demekti: Demokratik kurumlar ve kamu yönetiminin yurttaşların hizmetine koşulduğu, bir kadiri mutlak “Büyük birader”den korkmaksızın, herkesin istediği gibi yaşama, istediği kitapları okuma, serbestçe seyahat etme ve düşündüğünü ifade hakkına sahip olduğu bir yaşam tarzı. Biz herhalde saf ve cahildik: Batı’nın kültürel farklılık üzerine tartışmalarla çalkalandığı bir zamanda, bizim için daha önemli olan Batı’nın ortak değerleriydi. Ancak, bir şey kesin: Komünist rejimin onyıllarca dayattığı izolasyondan sonra Batı’nın bu yeniden keşfi – Romanya’da olduğu kadar tüm diğer Doğu Avrupa ülkelerinde de – coğrafi ve kültürel bir açıdan hep ait olduğumuzu bildiğimiz, fakat somut temsilleri ‘norm’dan istisnalar – ya da sapmalar – şeklinde bize ulaşan bir dünyaya duyduğumuz öykünme hissini canlandırdı.

Bu arada, bakış açımız biraz daha derinleşti; kültürel farklılık nihayet küçük ilanlara da yansıdı: Örneğin “Satılık apartman dairesi: İtalyan kumtaşı, İspanyol seramik döşeme, Alman çift cam pencereler, Avusturya’dan ithal sıhhi tesisat”. Eski bir Romen başbakanın kendisine rüşvet olarak verilen “Çin malı” ısıcam pencereleri kabul etmesinden dolayı suçlanması, küreselleşmenin bir başka kanıtıdır…

Sayesinde normal yaşamımıza dönmeyi umduğumuz “Batılı yaşam tarzı”, şimdilik ilkel biçimle-riyle da olsa, sonunda hayata geçmiş bulunuyor: Tüketimciliğin zevklerini benimsedik, yeni hipermarketler heyecan veriyor, (yıllarca Komünist rejim altındaki sağ kalma mücadelemize eşlik eden Dacia’dan sonra) ithal arabalar alıyoruz; tatilimizi geçirmek üzere pürtelaş İspanya ya da Yunanistan’a koşturuyoruz, TV programlarını (özellikle popüler dizileri, reality-show ları ve Batı’da üretilen eğlence programlarını) bol bol tüketiyoruz. En azında Bükreş ve diğer büyük kentlerdeki baskın davranış biçimi böyle. “Batı”, (Romanya’nın %40’ının yaşadığı) taşraya ise o kadar nüfuz etmiş değil; modern yaşamın konforu henüz öykünülen bir şey, sırf ailesinin geçimini sağlamak için tarımla uğraşan, at arabalarında yolculuk yapan insanlar hâlâ var. Böylece “normalite” arayışı, Doğu-Batı uzamsal ekseninden zamansal bir eksene kaymış bulunuyor; eski zamanların yaşantısının hoşluklarını yeniden keşfetmek, süpermarketlerde bulunmayan doğal besinlerin, doğanın huzurunun ve insanlarla dolaysız, dostça ilişkilerin tadını çıkarmak için köylere gidiyoruz. Bunu yaparken de, hafta sonları günümüzün konforlu fakat stresli uygarlığından “kaçabileceği” yerlere sığınan ortalama Batılı’yla uyum içinde davranıyoruz herhalde.

Ne var ki, normalite arayışı günlük davranış ve toplumsal uygulamalardaki bu tür değişikliklerden farklı bir şey de içeriyor. Romanya’da neredeyse yirmi yıldır kimlik tartışması kamusal alanı kaplamış durumda; kim ve nasıl birileri olduğumuzu tartışmaktayız. İçimizden, tüm başarı ve başarısızlıklarıyla, erdemleri ve kusurlarıyla herhangi başka bir ulus gibi olduğumuz ve bütün bunların doğal olduğu sonucuna varmayı diliyoruz. Ne var ki halihazırda bütün bu konular üzerinde normal bir şekilde konuşmayı bilmediğimizden, “istisna”lara, son yarım yüzyıldır farklı bir geçmişleri olduğundan bizi anlayamayan “şu Batılılar” dan farklı olan yanlarımıza sığınarak bu eksikliğimizi telafiye çalışıyoruz. Bazılarımız Bükreş’in “Küçük Paris” olarak bilindiği iki savaş arası dönemi anımsayarak komünist rejimin büyük bir tarihsel kopuş; arkasında ahlaki, entelektüel ve toplumsal bir enkaz bırakan bir dönem olduğunu düşünüyor. Başkaları, Batı modelini alelacele benimsemekten dolayı yitirmek üzere olduğumuz dinsel inançlarımızı ve kırsal geleneklerimizi savunuyor ısrarla. Bir kısmımız, kaderci bir tavırla, normlara ve kurallara direndiğimiz için “Batı modeli”nin hiçbir zaman başarılı olamayacağı küçük bir taşra kültürü olarak Avrupa’nın kıyısında kalacağımıza inanıyor. Kimileri ise Avrupa ve dünyaya verdiğimiz – genellikle kısa bir isim listesinden ibaret olan – kültürel değerleri sayıyor: Mircea Eliade, Emil Cioran, Eugene Ionesco, Constantin Brancusi ve George Enescu. Bundan hareketle, diğer Avrupa kültürleriyle eşit düzeyde bir diyaloğa girebilecek önemli bir kültür olduğumuz sonucunu çıkarıyorlar.

Uzun süredir bu tartışmalarla enerjimizi boş yere tüketeduralım; bütün “ötekiler”in karşılaşmış olduğu sorunların aynılarıyla yüz yüze olduğumuzu; aslında Avrupa’nın bizi olduğumuz gibi, kimlik bunalımları vs.’mizle zaten kabul ettiğini gözden kaçırıyoruz. Her zaman Avrupa vatandaşı gibi davranmıyor olsak da, 2007 yılı başından itibaren Avrupa Birliği’nin bir üyesiyiz – nihayet Avrupa vatandaşlarıyız. Yıllar boyu “Batı tarzı normalite”nin peşinde koştuktan sonra, yavaş yavaş meselenin normalite değil, normaliteler; kendimizi kaynaştırmamız gereken girift, dinamik hal ve durumlar olduğunu keşfediyoruz. Diktatörlük döneminde yarattığımız özgür ve müreffeh Batı mitolojisinin yerini, şimdi farklı ölçeklerde ve başka nüanslarla da olsa bizimkine benzer sorunlar içeren karmaşık bir gerçeklik üzerindeki gözlem almış bulunuyor. Yıllar boyu bir normallik alanına gireceğimize inanmışken, şimdi keşfettiğimiz şey zihinsel tasavvurlarımızdakinden hayli farklı bir Avrupa.

Kimlik tartışması kıta çapında gündemde ve canlı: Toplumsal grup kimliklerinden yeni “etnisite”lere, büyük kentlerin varoşlarındaki gençliğin bunalımından göçmen topluluklara kadar her şey yeniden tanımlanmakta. Siyasal liderlerin uzun süredir sözünü ettiği “Avrupa vatandaşlığı”, soylu bir kuramsal kavram olsa da, kamuoyu araştırmaları ve halk oylamalarının gerçekliği karşısında geçersiz kılındı. Avrupa kurumlarının on yıllardır inşasından sonra, şimdi “Avrupa kurumlarının bunalımı”ndan bahsediyoruz. Fransa’daki gibi yaşamak isterken, şimdi Fransa’nın kapsamlı reformlara ihtiyacı olduğunu görüyoruz. 1990’larda bazı Romen siyasal partilerinin milliyetçi ve hoşgörüsüz söyleminden utanmıştık, ama şimdi hoşgörülü ve açık toplumlar diye bildiğimiz ülkelerde aynı olguyu görmekteyiz. Doğu Avrupalıların daha iyi bir yaşam peşinde Batı’ya göçmelerini normal karşılarken, bugün “bizden daha Doğulu olan” göçmenleri kabule hazırlanıyoruz. Doğu Romanya’daki bir giysi fabrikasının patronu Çin’den 200 kadın işçi getirttiğinde, birden “ne kadar Batılı olduğumuz”un farkına vardık. Bütün bunların ötesinde ve üzerinde, küresel ısınma ve uluslar arası terörizm gibi sorunlar, paradoksal olarak, ortak değerleri fakat aynı zamanda önemli farkları da olan açık bir dünyaya ait olduğumuz bilincini güçlendirmekte.

Bütün bunlara hazırlıksız yakalanmış olabiliriz. Komünizmden geçiş sürecinin sonunda bizi normalitenin beklediğine inanıyorduk; şimdiyse, gerçek dünyada başka bir geçiş sürecine girmek zorundayız. Ulusal ve kültürel kimliğimizi uzun uzadıya tartışıp dururken, şimdi kendisi de kimliğini ve değerlerini sorgulayan bir Batı dünyasının içinde buluyoruz kendimizi. Biz cenneti arayaduralım, küçük bir kıyametin içine düştüğümüz söyleniyor. Fakat bunun dramatik bir yanı yok. Hatta biz Doğulular geçiş süreçleri ve sağkalım konusunda uzman sayılırız. Ancak birçok vatandaşım açısından bu tür uzmanlık alanları, iş normaliteye geldiğinde, zımnen acemi konumuna düşmelerine neden oldu: Normalite sağkalımla, tehlikeli mekân ve zamanlardan geçmekle ilgili değildir ki. Biz bunlarla baş etmeyi biliriz; peki ama normalite hayallerimiz ne olacak şimdi? 2003 Salzburg Festivali’nin açılış toplantısında Andrei Plesu, bizlerin deneyiminin Avrupa’ya bir bütün olarak yararlı olabileceğini söylemişti: “‘Majör’ bir kıyametin arifesinde Batı, harika teknolojisiyle, olağanüstü uzmanlarıyla, finans kaynaklarıyla insanlığı kurtarabilecek olan taraftır. Ancak bizleri tehdit eden ‘minör’ bir kıyametse, o zaman Orta ve Doğu Avrupa’ya güvenebilirsiniz! Size daha azıyla yaşamayı, yedeğini asıl malzemenin yerine kullanmayı, ıvır zıvır şeylerin tadını çıkarmayı kısa bir sürede öğretebiliriz…” Bu sözlere ek olarak, onyıllar boyu “Batı normalitesi”ni idealleştirdikten sonra, alışageldiğimiz normalitenin yararlığını yeniden keşfettiğimizi söyleyebilirim: bunalımların normalliği, değişime ayak uydurma yetisi, dramatik koşullarda bile mizah duygumuzu koruyabilmemiz, doğaçlama duygusu, olayları olduğu gibi kabullenen bir pragmatizm”.

Komünizmin çöküşünden sonra açık bir toplum olmanın avantajını da elde ettik; önceleri imkânsız olan verimli bir kültürel diyaloğa girdik. Tüm yakınmalara karşın yayıncılık sektörü gelişiyor Romanya’da, kültür dergileri canlı ve ilginç, tiyatrolar ağzına kadar doluyor, kentlerimize eskiden hayal bile edemeyeceğimiz sanatçılar konuk oluyor. Sibiu kenti Avrupa Kültür Başkenti ve biz de burada normaliteyi tartışmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugünlerde, bu normal sayılıyor.

Ne var ki, normalite hakkında ikileme düşmek de bir kadar normal bir durumdur. Ne de olsa, benzersiz bir normalite yoktur, kendi aralarında iletişim kurması, birbirini tamamlaması ve birlikte inşa edilmesi gereken çoklu normaliteler vardır sadece. Biz Doğu Avrupalılar (belki de özellikle Romenler) uzun süredir düşlediğimiz Batılı normalite fikrini “kaçırmış” bulunuyoruz. Ama işlerin bu hale gelmiş olmasına sevinmeliyiz: Bir hayali kaçırdık, buna mukabil, tüm anormalliklere karşın hâlâ ilginçliğini koruyan bir Avrupa gerçekliğinin bir parçası olduk. Ortak değerleri ve kültürel farklılıklarıyla onu daha iyi tanımamız ve üzerinde birlikte tartışmamız gerekiyor sadece. Bu gerçekliğin tam anlamını, Londra, Paris veya Berlin’deki gazeteler şöyle küçük ilanlar yayınlamaya başladıklarında kavrayabileceğiz belki de: “Paris’in Marne banliyösünde Romen duvarcılar, Polonyalı tesisatçılar ve Bulgar elektrikçiler tarafından inşa edilmiş, satılık ev.”

Published 4 January 2008
Original in English
Translated by Osman Deniztekin

Contributed by Varlik © Mircea Vasilescu / Varlik / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion