Yerimiz de dar, Yenimiz de dar – ne var!

Çuvalı yere bıraktı. Eni bir, boyu bir metrelik çatal ayak tezgâhını açtı. Meşinin üstüne, Büyük Yeni Han’da odacılık yapan asker arkadaşının yanına akşamları bırakıp sabahları aldığı sermayesini dizmeye başladı. Çuvalın içinden önce külotlar çıktı, sonra sutyenler – klasikler ile yeni moda plastik balinalı Amerikan mallarını ayrı ayrı dizdi – sol tarafa da üst üste birkaç korseyle gecelik koydu. Çuvalı katladı, yorulduğunda oturduğu alçak kürsünün altındaki tellere tutturup sıkıştırdı.

Bu kadar. Bütün hazırlığı buydu. Bundan sonrası akşama kadar beklemek, ortalık biraz kalabalıklaşınca müşteri çekmek için bağırmak, çok üşürse Çakmakçılar Han’daki çaycıdan ıhlamur söylemek ve Kadıköy’den bir tanıdık çıkmasın diye inanmadığı Tanrı’ya dua etmekten ibaretti.

Zaven Biberyan’ın, “Hanımefendilere iç çamaşırı! Külot! Sutyen! Hanımefendilere…” diye bağırışını, herhalde en çok, köprünün altından çok sular aktıktan sonra, Züğürt Ağa’nın sadece hoparlör mikrofonunun duyduğu o mahcup sesiyle İstanbul sokaklarında “Domates! Domates!” diye tura çıkmasına benzetebiliriz. “Domates! Domates!” “Hanımefendilere iç çamaşırı! Külot!” “Domates…”

collage turkish writers authors

From left to right: Mehmet Uzun, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Zaven Biberyan, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Nâzım Hikmet.

Aynı Zaven Biberyan, birkaç yıl sonra, bugün artık Ermenice yazılmış en başarılı romanlardan biri olarak kabul edilen Mırçünneru Verçaluysı‘nı (Karıncaların Günbatımı [Türkçe basımı, Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla]) yazacak, ardında bıraktığı eserlerin ve yaratıcılığının edebiyat eleştirmenleri tarafından takdir görüp tartışılmaya başlanması için ise 2000’li yılların gelmesi gerekecekti.

Aralık 1946’da, Örfi İdare Kumandanlığı, İstanbul’da yayımlanan Ses, Gün, Yığın, Dost gibi Türkçe gazeteler ve faal tüm sendikalarla birlikte, Biberyan’ın bir grup arkadaşıyla birlikte daha on üç ay önce çıkarmaya başladığı Ermenice Nor Or (Yeni Gün) gazetesini de kapattı. Nor Or‘un yönetici, yazar ve çizerlerinden, her biri Türkiye sol hareketiyle ve o dönemde bu hareketin yegâne temsilcisi sayılabilecek yeraltındaki TKP ile ilişki içindeki Avedis Aliksanyan, Aram Pehlivanyan, Zaven Biberyan, Vartan İhmalyan, Jak İhmalyan, Barkev Şamikyan ve Hayk Açıkgöz tutuklanıp hapse atıldılar. Oysa daha dün, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen akabinde çok partili sisteme geçilmiş, sendika ve derneklerin kurulmasına, muhalif yayınlara izin verilmişti. Tek parti cenderesinden sonra gelen bu göreli özgürlük ortamı sadece siyaseti değil kültürel yaşamı da hareketlendirmiş, mesela, Cumhuriyet döneminde ilk kez, Ermenice tiyatro temsillerine izin çıkmıştı.

Bu bahar havası uzun süreli olmadı. Türkiye’nin önde gelen aydınları ve bu meyanda Nor Or çevresinde toplanan, 1920’lerden sonra Türkiyeli Ermeni kimlikleriyle ilk kez ses çıkarmaya çalışan Biberyan ve dostları hapse düştü. Aralarından bazıları, daha birkaç yıl önce gayri Müslimlere yönelik Varlık Vergisi ve Yirmi Sınıf Nafıa Askerliği gibi ırkçı uygulamalar tarafından da ezilmişti. Daha tam anlamıyla kendilerine gelemeden, Ermenilerden gasp edilmiş bir mülk olan ve o dönemde Milli Emniyet’in ‘Siyasi Şube’si tarafından kullanılan Sirkeci’deki Sanasaryan Binası’nın tabutluklarında işkence gördüler. Sol literatürde daha çok ‘Sansaryan’ adıyla bilinen Sanasaryan binası, o dönemde ve sonrasında, aralarında Vedat Türkali, Ece Ayhan, Aziz Nesin, Attilâ İlhan, Mihri Belli, Ahmed Arif, İlhan Selçuk ve Ruhi Su’nun da bulunduğu pek çok ismin hapsedilip işkenceden geçirildiği yer olacaktı.

Hapse girmiş veya takibata uğramış Ermeniler olarak artık Türkiye’de yaşama olanakları büsbütün kısıtlanan Aram Pehlivanyan, İhmalyan Kardeşler, Keğam Sevan, Sarkis Keçyan Zanku, Avedis Aliksanyan, Yetvart Ağamyan, Haçik Amiryan yurtdışına, Halep’e, Beyrut’a, Paris’e, Moskova’ya, Erivan’a göçmek zorunda kaldılar. Bir daha hiçbiri geri dönemedi. Tıpkı dostları Nâzım Hikmet gibi, İstanbul’a hasret gittiler bu diyardan.

Zaven Biberyan da aynı dönemde yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Beyrut’ta Ermenice Zartonk gazetesi için çalıştı. Ancak 1953’te, ortalık biraz durulunca dönecekti Türkiye’ye. 6-7 Eylül 1955 pogromu ise hemen yetişecek, ortalığın o kadar da durulmadığını gösterecekti. 27 Mayıs darbesinden sonra yeniden zor günler başladı. Siyasi kimliği nedeniyle Marmara ve Jamanak gibi Ermenice gazetelerde de iş bulamaz hale geldi. İşte Mahmutpaşa’da kadın iç çamaşırı satmaya o günlerde başladı. Geçinebilmek için başka çaresi yoktu.

Zaven Biberyan, birkaç cümleyle özetlemeye çalıştığım bu türlü zorluklara rağmen ne edebiyatla ne siyasetle bağını kopardı. Biraz nefeslenir gibi olduğunda, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi saflarında yer aldı. 1963 milletvekili seçimlerinde partisi tarafından aday gösterildi ama kazanamadı. 1965 yerel seçimlerinde İstanbul Belediye Meclisi’ne üye seçildi. Memlekette siyasi alan genişlemiş, söz söylemek olanakları artmıştı. Paralel olarak onun üretkenliği de arttı, yazarlığının yanına Fransızcadan yaptığı çevirileri de ekledi. Ancak bu defa da 12 Mart Muhtırası geldi. O da, bu kez iç çamaşırcılığına değil ama oyuncak ticaretine soyundu ve kendi elleriyle yaptığı oyuncakları satarak hayatta kalmaya, çocuklarını yetiştirmeye çalıştı.

Bütün bu süre boyunca Ermenice öyküler, romanlar yazdı. Öykü derlemesi Dzovı (Deniz), romanları Angudi Siraharner (Serseri Âşıklar), Lıgırdadzı (Sürtük [Türkçesi sağlığında Yalnızlar adıyla]), Mıçünneru Verçaluysı (Karıncaların Günbatımı) yayımlandı. Gorki’den, Jack London’dan, Upton Sinclair’den çeviriler yaptı, Aram Andonyan’ın 1100 sayfalık Balkan Savaşı kitabını kısaltarak çevirdi.

*

Bu yazı salt Zaven Biberyan’ın yaşamöyküsünü anlatmak için yazılmadı. Biberyan, bu ülkede düşüncelerinden dolayı, yurdunu daha yaşanılır, daha adil bir yer haline getirmek için çabalayan pek çok aydının maruz kaldığı baskılara uğradı, pek çokları gibi hapisler, sürgünler, yokluklar, yoksunluklar gördü. Buna rağmen pes etmedi; inandı, hayal kırıklığına uğradı, zaman zaman bıktı, bezdi ama her şeye rağmen yapıp ettikleriyle bu topraklarda bir iz bıraktı; ölümünden sonra da bir yerlerde yankılanacak bir sese, söze sahip oldu. Üstelik bunu, nesildaşı Türk aydınlarından farklı olarak alnında kocaman bir “Ermeni” damgası taşıyarak, muhalifliğinin yanı sıra bu damganın da vebalini ödeyerek, fazlasıyla ödeyerek yaşadı.

Bugünden, OHAL koşulları altında hapishaneye dönüşmüş 2016 Türkiye’sinin penceresinden, hali pür melalimizin içinden baktığımda, Zaven Biberyan’ın, işkenceyi ve hapsi, sürgünü ve binbir zorluğu, arasının hiç de iyi olmadığı İsa’nın Golgotha tepesine sırtında haçıyla çıkışına benzer bir şekilde Mahmutpaşa yokuşunu tırmanışını, bunların hepsini yaşadıktan sonra, 1960’larda TİP saflarında siyaset yapacak gücü bulabilmesinde billurlaşan direncinin ve bu direncin motoru olan yurtseverliğinin söylediği ne çok şey var! Memleketinde sadece 100 bin insandan birinin anladığı dilde, anayurdundan kökü kazınmış Ermeniceyle her biri başyapıt niteliğinde eserler ürettiği ve bunlardan kimsenin haberi olmadığı halde üretmeye devam etmek, üstelik kendi yazdığı eserleri okuyamayan insanların kültür dünyasını genişletebilmek için çeviri yapmak, bunları yaparken siyasetten, memleket ahvaline dair söz söyleme hakkı ve çabasından da vazgeçmemek, zor zamanlarda neler yapabileceğimiz, neler yapmamız gerektiği hakkında bir misal olarak aklımızın bir yerlerine kazınabilir, kazınmalı, öyle değil mi?

Belki de şuradan başlamak, önce şunu kabul etmek gerekiyor: Bizim memlekette “Olağan Hal” hiçbir zaman olmadı. Ama az ama çok, sözün alanı her zaman dardı. Dil olarak Türkçenin, din olarak Sünni İslam’ın, etnik olarak Türk’ün, siyasi olarak milliyetçiliğin, sağın ve liberalizmin hâkimiyeti, farklı dilden, farklı dinden, farklı etnik kökenden, farklı görüşten olanlar için sadece sözü değil, hayatı da dar etti her zaman. Bugünün olağanüstüsü, bu ülkede aykırı ve çatlak sesler için daima olağandı. Kürtlere sorun, Ermenilere sorun, komünistlere sorun… Onlara suskunluk şiddet tehdidiyle dayatıldı, suskunluğa razı olmayanlar ise türlü şekillerde ezildi. Ülkenin en iyi yazarları, en iyi sinemacıları, en iyi gazetecileri, en iyi hatipleri cezaevi gördü. Kültürler, diller, duruşlar, fikirler silindi, itibarsızlaştırıldı, düşman ilan edildi. Üstelik bütün bunlar çoğu zaman bugünkü gibi Olağanüstü Hal’de değil, Olağan Hal’de yapıldı. O Olağan Hal’in adı Türkiye’ydi. Buna rağmen Yaşar Kemal Yaşar Kemal, Sevgi Soysal Sevgi Soysal olabildi. O sıkışmışlığın içinden Oğuz Atay gibi, Adalet Ağaoğlu gibi büyük yazarlar çıkabildi. Bu cendere evlatlarını sınırlarının dışına attı: Kürtçenin en büyük yazarlarından Mehmet Uzun ancak sürgünde, havası havamıza, suyu suyumuza benzemeyen İsveç’te sesini ve dilini bulabildi; Nâzım Hikmet belki de en güzel Türkçe şiirleri Boğaz’a nazır masasında rakı eşliğinde değil, Moskova soğuğunda votkayla ısınmaya çalışarak yazdı.

Britanyalı psikanalist ve yazar Adam Philips, Freud’un yaşamöyküsünü anlattığı kitabında, “Modern insanlar kendi tarihlerinin mağduru oldukları kadar mimarlarıdır da,” diyor. Kendi tarihimizi yazıyoruz, yazarken de seçiyor ve eliyoruz, çünkü hayata devam edebilmek için gerçekleri dayanılır kılmamız gerekiyor. Mağduru olduğumuz tarihimizi salt bir mağduriyet tarihi olarak inşa etmemek ise her zaman elimizde. Çünkü tarihimiz aynı zamanda ve her zaman bir direnişler tarihi.

Yetişkin ömrüm boyunca Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesini nihayetinde iyiye ve doğruya ulaşacak bir serüven olarak gördükten sonra, bugün, özellikle son beş yılda yaşadıklarımızdan sonra, aynı tarihi, nereye varacağı belli olmayan bir dalgalanmalar, bir gelgitler tarihi olarak görmeye fazlasıyla meyilliyim. Hoyrat ama güçlü bir devlet geleneği, değişen zamanlara uyum sağlamayı öyle veya böyle başarıp, içindeki şiddeti yeni kuşaklara aktarabiliyor. TC’nin özü galiba bu. Tanzimat ve modernleşme, içinden kanlı katliamların faili Abdülhamit’i çıkardı; aynı Abdülhamit, iktidarı merkezileştiren ve devletin bekasını temin eden bir figür olmayı bildi. Abdülhamit’in içinden onun karşıtı olan İttihatçılar, onların içinden Kemalizm, Kemalizm’in içinden Demokrat Parti, onun içinden Turgut Özal ANAP’ı, Demirel-Çiller DYP’si, bir yanıyla Erbakan’ın Milli Görüş’ü çıktı. Tüm bunların gelip vardığı yer ise içinde hepsinden bir şeyler barındıran Tayyip Erdoğan AKP’si oldu. Onun “Yeni Türkiye” diye kafamıza vura vura ulaştığı liman ise yine 1990’ları andıran bir iç savaş ortamı, yine 1930’ları, 1940’ları aratmayan bir otoriterlik, yine yerlilik ve millilik, yine Milli Şef, Reis, Başkomutan oldu.

Bu karanlık tablo karşısında belki çoğumuz, biz değilsek mutlaka en yakınımızdan birileri memleketten umudu kesti. Birileri mutlaka yurtdışına göçmeyi planlıyor. Pek çoğumuz bu ülkede nasıl çocuk büyütülür sorusuna yanıt vermekte zorlanıyor. Çünkü korkuyoruz; çünkü tek bir söz, yazı, bazen tek bir cümlelik bir tweet, bazen şans eseri bir yerde bulunmak, hapis, ceza, hatta ölüm anlamına gelebilir. Çünkü çok sayıda gazeteci ve yazarın, Aslı Erdoğan’ların, Necmiye Alpay’ların neden cezaevinde olduğunun mantıklı hiçbir açıklaması yok. Onların yerine siz, ben, bir başkası da olabilirdi ama kör bir öç duygusu onları seçti, yarın kimi seçeceğini ise bilmiyoruz. Böyle bir ortamda umutsuz olmaktan, korkmaktan, sinizme, atalete, pasifliğe, ricata, dekadansa, kaçışlara sığınmaktan daha doğal, daha insani ne olabilir?

Ne idüğü belirsiz bir umudun kuyruğuna takılmayı vaz etmeyeceğim. Aksine, manzara-ı umumiye kesif bir şekilde umutsuz göründüğü için, uygarlığımızın bütün tarihi boyunca yapabildiğimiz en iyi şeyi, umutsuz da, dermansız da olsak yaşamaya, hayatta kalmaya çalışmayı ve fırsatını buldukça da taş üstüne taş, söz üstüne söz koymayı akıldan çıkarmamayı önereceğim. Çünkü içimizde, derinlerde bir yerde gizli vahşi doğamız yaşamak, hayata tutunmak istiyor daima. Sırf bu yüzden, bu zor zamanlarda da, deniz kıyısında yosunun taşa tutunduğu gibi tutunmalıyız hayata. Belki sesimiz az çıkacak – çünkü korkuyoruz – belki tamamen susmamız gereken günler gelecek – çünkü riskler çok ve kötülüğün sınırı yok – ancak bazen tek bir söz, bazen tek bir hareket, bazen tek bir jest değiştirebilir tarihin akışını. Bildiğimiz işleri yapmaya devam etmeliyiz, okumalı, yazmalı, konuşmalı, hayatımızı sürdürmeliyiz. Direnmek için bulabildiğimiz tırnak kadar fırsatı değerlendirmeliyiz. Bağırma imkânı varsa bağırmalı, duvara yazı yazma imkânı varsa yazmalıyız. Cezaevindekilerle dayanışmalı, onların davalarını sağır kulaklara duyurmalıyız. İçerideki cezaevindeysek orada, dışarıdaki cezaevindeysek burada bulmalıyız direnmenin yolunu. Çünkü bazen sadece bir şeylerin farkında olmak ve ona göre davranmak, sadece “olmak” da bir direniştir ve yarınların ne getireceğini hiçbir zaman bilemeyiz. İçeride de, dışarıda da, sürgünde de olsak…

Nâzım Hikmet ömrünün 13 yılını cezaevinde, 13 yılını ise sürgünde geçirdi, Zabel Yesayan 1915’te Bulgar bir hemşire kılığında yurtdışına kaçarak ölümden kurtulabildi, Vedat Türkali işkence gördü, Ahmet Kaya sürgünde öldü. Nelson Mandela’yı, Primo Levi’yi, Aung Sang Suu Kyi’yi hatırlayın. Onlar zulümler gördüler, ancak bizimle ve yarınlarla konuşmaya devam ediyorlar. Onlara zulmedenlerin adları unutuldu, hatırlanıyorsa da hayırla yad edilmiyorlar ve edilmeyecekler, ancak mağdurların adları da, fikirleri de yaşıyor. Bugün bir üniversite öğrencisi Zabel Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında‘sını okuyor, bir işçi dudaklarında Ahmet Kaya şarkısıyla uyanıyor, bir yeniyetme kız arkadaşını etkilemek için Tahir ile Zühre‘yi ezberliyor.

Artık klişeleşmiş olması, malûm Gramsci alıntısını geçersiz hale getirmiyor, “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.” Yenilgi yenilgi büyüyen zaferler muktedirlerin olamaz, çünkü yenilmeyi biz biliriz. Yenilgi zamanlarında direnmeyi de, başımızı kaldırma iradesini göstermeyi de biz biliriz. Yeri gelince iç çamaşırı, yeri gelince oyuncak satmayı, yeri gelince çeviri yapmayı veya egemenin suratına inandığımız ilkeleri haykırabilmeyi biz biliriz. Örgütlü olmayı becerebiliyorsak örgütlerimizle, yoksa bir başımıza, iki başımıza, en yakınlarımızdan başlayarak.

Yerimiz de, yenimiz de dar, ama ne var! Yaratıcılığın ışığı en çok karanlıklarda parıldar.

Published 31 January 2017
Original in Turkish
First published by Varlik 11/2016 (Turkish version); Eurozine (English version)

Contributed by Varlik © Rober Koptaş / Varlik / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion