"YE KÜRKÜM YE" DEYİŞİNDEN VEBLEN'İN "GÖSTERİŞÇİ TÜKETİM" KURAMINA...

Kısa bir süre önce miras olarak yüklü bir para aldım. Norveç asıllı Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen’in bir zamanlar “the leisure class – aylak sınıf” dediği gruba girmeme, onun zamanında yeterli olsa da, bugün yetecek kadar büyük bir para değildi bu. (Belki de miras kalan paranın miktarı konusunda tevazu gösterişim bile, Veblen’e göre saldırgan, rekabetçi bir savaşçı sınıftan köklenen, aylak sınıfın zihniyetini benimsediğimi gösteriyor. Benim, aslında herkesin, mal varlığı hakkında ketum davranması bir tür kışkırtma, karşısındakini ‘acaba onun kadar varlıklı mıyım?’ diye meraklanmaya sevk edecek ilkel bir meydan okuma değil midir?)

Mirası aldığımda, ilk önce bir yere gömmek istedim. Bu benim Kader’e karşı sigortam olacaktı ve kimsenin elimden almayacağından emin olmak istiyordum. ABD gibi, bireylerin bir güvenlik ağı olmaksızın hayatını sürdürmeye çabaladığı -ve günümüzde herkesin kredi kartı ile üniversite borçlarının, sağlık sigortası giderlerinin ve işte geçen uzun saatler dolayısıyla birbirini görememenin yalnızlığı altında ezildiği- bir ülkede, yumurtalarının üstüne kuluçkaya yatmak belki de en sağduyulu davranıştı. Bu para bana mutluluk getirmese bile, hiç olmazsa zihnimi rahatlatacaktı.
Ama işe başka duygular karıştı. Baştan çıkma. Arzu. Güç kazanma dileği. Gösteriş yapma, başkalarına ne kadar zengin ve güçlü olduğumu kanıtlayacak şeylere para harcama güdüsüne kapıldım. Veblen’e göre aylak sınıfın birincil özelliği olan “avcılık-yırtıcılık” eğilimiyle, mal edinmek arzusu doğdu içimde.

Almaya karar verdiğim şeylerden biri, bir tüvit ceketti. Yıllardır giydiğim bir tüvit ceketim vardı aslında. Kuşkusuz benim de bir üyesi olduğum, Veblen’in “akademik/uşak” sınıfının üniformasının bir parçası olan bu eski ceket gerçek tüvit değil, idare eder bir taklidiydi. Şimdi yeterli param olduğuna göre, gerçek bir Harris tüvit ceket istiyordum; hem de herhangi bir Harris tüvit ceket değil, kabarık, diğer tüvit ceketlerden daha yünlü olanını. Öyle dikkat çekici bir tüvit ceket istiyordum ki, tüvitliğiyle başkalarından daha iyi (yani daha pahalı) olduğunu gösterecek ve belki de zarafetiyle bir üst sınıfa tırmandığımı ima edecekti.

İlk ve en ünlü kitabı olan The Theory of the Leisure Class– Aylak Sınıfın Kuramı (1899), Veblen’in düşüncesini müthiş bir keskinlikle ortaya koyar. Aylak sınıfın parasını “diğer tüketicileri kıskandıracak bir kıyaslama amacına hizmet eden”, yani diğerlerinin kendilerini görece fakir hissetmesini sağlayacak bir şekilde harcama ihtiyacından bahseder. Bu, makine yerine elle yapılmış şeylerin alınması anlamına gelebilir, örneğin. Neden mi? Çünkü tüketici “sıradan”, “fabrikasyon” şeyleri itici bulur; her ne kadar makine yapımı çoğu zaman el işinden daha iyi bir mamul olsa da. Nedeni basit: makine yapımı ucuz, el işi pahalıdır ve “bir analiz yapmadan, ya da üzerinde düşünmeden, ucuz olanın almaya değmeyeceği sonucunu çıkarıyoruz”. Bu kadarla da kalmıyor; Veblen’in geçerliliğini günümüze kadar korumuş olan “gösterişçi tüketim” kuralına göre, aylak sınıfa mensup olmasak da hepimiz bizden üstte olanları taklit ederiz ve sırf gücümüzü göstermek için, ihtiyacımızdan fazlasını harcayarak sınırlarımızı sonuna kadar zorlarız.

Kusursuz Harris tüvit ceketi almak için alışverişe çıktığımda (Veblen başka kumaştan ceketler yerine Harris tüvitle ilgilenişimin “moda”nın bir göstergesi, aslında başkalarıyla rekabetin sadece farklı bir yolu olduğunu söylerdi herhalde) fiyatların müthiş oynadığını gördüm; el dikimi ceketler, fabrika mamullerinin 15 katı kadar daha pahalıya satılabiliyordu. Bir an, Harris tüvitin anavatanı olan İskoçya’ya uçup New York’takinden daha ucuza almayı düşündüm. Ancak edinme arzum, paramı koruma güdümle çeliştiğinden, sonunda fabrikadan çıkma bir cekette karar kıldım. Korkaklığımdan ne kadar utandım ama! Beni Evren’in Efendisi yapabilecek parayı harcamaktan korkmuştum. Mağazadan “ucuz” ceketimle çıktıktan sonra, dönüp yine içeri girdim ve ikinci bir tüvit ceket aldım. Kendi kendime de, İskoçya yakınlarında bir yere gidecek olursam, bir tüvit ceket diktireceğime söz verdim.

Anlaşılan, insan zihinsel anlamda bile olsa aylak sınıfa bir günde girmiyor.
Aylak Sınıfın Kuramı, akademik baskıların Avrupa’nın büyük öğrenim kurumlarındaki gibi kısıtlayıcı olmadığı genç bir kültürde yazılabilirdi ancak. Bir yıl sonra yayınlanan Freud’un “Düşlerin Yorumu”yla kıyaslanacak olursa, her iki eserin temel varsayımlarındaki farklılık açıkça görülüyor. Freud kitabının ilk 100 sayfasını düş psikolojisi üzerine yazılmış her bir eseri taramaya ayırarak, bir profesörler kurulu önündeki doktora öğrencisinin biçimci, telaşlı özeniyle her bir fikrini tartışırken, Veblen’in kitabında ne bir dipnot, herhangi bir başka kitaba gönderme, ne de bir kaynakça bulunur; ayrıca, dağınık ve nadiren örnek verilmiştir. Çok iyi bir eğitimi olmasına rağmen (belki de hayranı olan bir öğrencisinin biraz abartmasıyla, 26 dil konuştuğu söylenirdi), bunu çok geniş genellemelerle gizleyen Veblen kendini akademik derecelere sahip biri yerine amatör bir deha olarak sunmayı tercih eder.

Yine de kitabı gerçekten bir çığır açmıştır. Orada semiyotik ilminin köklerini bile bulabilirsiniz. Veblen’in çağdaşı “Chicago Okulu”nun iktisatçıları kent yaşamının özelliklerini incelerken bile, kendisi çim bahçeler, bastonlar, moda ve ev hayvanları gibi ıvır zıvır şeyleri gözlemleyerek, bunlardan sosyal davranış kuramları çıkartmaktan hınzırca bir keyif alıyordu. (Sonraları Adorno ve Horkheimer’in ders vereceği New School for Social Research’in kurucularından olması tesadüfi değildir.) Mesela, köpek konusundaki görüşlerine bakalım:

Ev hayvanlarının en pislerinden ve en kötü alışkanlıkları olanlarından biridir. Bunu efendisi karşısında aşağılıkça yaltaklanırken, başka herkese huzursuzluk ve zarar vermeye teşne olmasıyla telafi eder. Köpek böylece bizim efendilik taslama eğilimimize hitap ederek iltifatımıza mazhar olur. Ayrıca bir harcama kalemi de olduğundan ve genel olarak herhangi bir üretken amaca hizmet etmediğinden, insanların nazarında itibarlı bir nesne olarak sağlam bir yer edinmiştir. Köpek aynı zamanda hayalimizde – saygın yırtıcılık güdüsünün bir ifadesi ve erdemli bir iştigal konusu olan avlanmayla ilişkilendirilmiştir.
Hafif çatlakça olsa da müthiş komik, abartılı olsa da hınzırca bir küçük doğruluk payı içeren bu pasaj, Veblen’den başkası tarafından yazılamazdı.

Veblen’in aylak sınıf kuramı, şöyle özetlenebilir: Uzak bir “antropolojik” geçmişte -en azından Freud’un sonraki kitaplarında ele aldığı çeşitli tarih öncesi zamanlar kadar uzak- kırsal bir “ilkel vahşilik” dünyası vardı; bir yandan tembellik ve verimsizlik içinde, bir yandan da “doğruluk, barışçıllık, iyiniyetlilik ve insanlara, nesnelere taklitçi, kıyaslamacı olmayan bir ilgiyle bakan”, (Rousseau’nun kavramlaştırdığı) Soylu Vahşi’lerin hindistan cevizi yiyip çocuk yaptığı bir dünyaydı bu. Ancak bu dünya yok olmaya mahkûmdu. Daha saldırgan gruplar, özellikle Veblen’in Avrupa kökenli olarak gördüğü “dolikosefalik (uzun kafalı) sarışın” (yani Aryan ırkı) sayesinde sahneye rekabet ve edinme -“yırtıcılık”- çıkmaya başladı:

İnsan topluluğu barışçıl vahşilikten avcı-yırtıcı bir yaşam tarzına geçtikçe … kudretin elle tutulur delili olan ganimetler bireysel yaşantının eşyası arasında temel bir yer bulmaya başlar. Avcılığın ya da yağmacılığın andacı olan ganimetler, üstün kuvvetin delili olarak itibar görür. Saldırganlık, onaylanan eylem biçimi haline gelir ve ganimet başarılı saldırının “birinci derecede” kanıtı olarak görülür.

Yeni bir iktidar yapısı oluştu; bedensel çalışmadan (yeterince saldırgan olmadığı için) kaçınan üst sınıf zamanını savaşmakla, avlanmakla, sporla ve “ruhani görevlerle”, yani dini işlerle geçirmeye başladı. Mülkiyet, kölelerle birlikte toplumun günlük angaryasını üstlenen kadınların erkekler tarafından edinilmesiyle ortaya çıktı; fakat kısa zamanda sahip olma arzusu “kişiler kadar eşyayı” da kapsamaya başladı. Mülkiyet, ihtiyaçtan çok, ötekilerden daha güçlü olduğunu gösterme arzusundan kaynaklandığı için, yararlı olandan çok, toplumsal hiyerarşi içinde rakipleri etkileyecek olan şeylere dayanıyordu. “Gösterişçi tüketim” ve “gösterişçi aylaklık”, yani nesnelerin veya zamanın aşırı, müsrif biçimlerde edinilip kullanılması, toplumun merkezi değerleri arasında yerini almaya koyuldu.

Toplum ilerledikçe, sınai faaliyet başgösterdi ve avcılık güdüleri, yine varolmakla beraber, daha incelikli ve üstü örtülü hale geldi. Toplumun ideali artık “özünde saygın ve sahibini onurlandıran” bir değer olan servet birikimi olmuştu. Herkes avcı-yırtıcı güdüye maruz olduğundan, sürekli tatminsizdi: “servet edinme arzusu bireysel düzeyde pek tatmin edilemeyeceği gibi, bellidir ki ortalama ve genel düzeyde de bu arzunun giderilmesi söz konusu değildir.”

Veblen, kitabının büyük bir bölümünü bu “yüksek barbar”ların servet ve rekabet kültürünün değişik yanlarını çözümlemeye ayırmıştır. Yaklaşımı serbest, yarı-antropolojik, bilimsel olmaktan çok izlenimcidir ama, kitap ilerledikçe kadınların (kölelikten süs nesnelerine ve erkek muadillerinden daha “işe yarar” olmayı arzulayan bireylere) değişen rolü ve “sanayi önderleri”nin yerini “ruhsuz” anonim şirketlerin alışı üzerine, öngörülü gözlemlerde bulunur. Müsrif ve çoğu kez zalim gördüğü bir toplumu dengeleyebilecek tek unsur olarak insanın “işçilik” -bir şeyleri yapma arzusu ve ihtiyacı- güdüsünü öne sürer. Veblen için makine, ve onu tasarlayan mühendis, daha verimli, daha az müsrif bir yaşam tarzını simgeler ve onların varlığını en iyi sürdüren toplum, işbirliğini rekabetten üstün tutar. Sonraki yıllarda, Stalin’e güvenmeyen ve Darwinizmi diyalektik materyalizme tercih eden bir Veblen’in Sovyetler Birliği’nde gelecek için bir umut ışığı görmesini böylelikle anlamak mümkündür. “Sınai verimlilik” üzerine aşağıdaki alıntı, Veblen’in Aylak Sınıfın Kuramı’nda vardığı en yüksek iyimserlik düzeyini gösterir:

Her modern topluluğun kolektif çıkarı, sınai verimlilikte yatar… Bu kolektif çıkara en iyi hizmet eden değerler ise, dürüstlük, çalışkanlık, barışseverlik, iyiniyetlilik, bencillikten kaçınma ve animistik inançları işe karıştırmaksızın, olayların akışının doğaüstü müdahalelere bağlı olduğu anlayışından bağımsız olarak sebep-sonuç ilişkisini tanıma ve öngörme alışkanlığıdır. Bu niteliklerin ima ettiği gibi sıkıcı bir insan tabiatının güzelliği, ahlaki mükemmeliyeti veya genel anlamda değerlilik ve saygınlığı hakkında fazla bir şey söylenemez; bu özelliklerin baskın olduğu bir kolektif yaşam tarzına heveslenmek için de pek neden yoktur. Ama mesele bu değildir. Modern sanayi toplumunun başarıyla işlemesi, bu özelliklerin ortaya çıktığı yerde ve insan malzemesinin bu niteliklere sahip olması halinde mümkün olur.

Aylak Sınıfın Kuramı‘ndan sonra Veblen bir dizi başka kitap yazdı, üniversitelerde ders verdi ve serbest düşünceli 1920’lerin ortamında, kitap kulüpleri ve tartışma gruplarında fikirlerinin çözümlenmesiyle kısa bir süre moda oldu. Popüler veya değil, düşünce tarzı sistemsiz (Aylak Sınıf, bir dizini olan tek kitabıydı) ve kişiliği eksantrik olduğundan kendini her zaman dışarıda biri olarak gören Veblen, hiçbir zaman bir sistem kurmadığı gibi, bir düşünce okulunun kalıbına da girmedi. Belki de en etkileyici içgörüsü olumsuzdu: Tüm radikal düşünürler arasında, mal edinme içgüdüsünün yok olmayacağını gören tek kişiydi. Kapitalizmi tarihin geçici bir evresi olarak gören Marx’tan farklı olarak, bu olguyu insan tabiatının karanlık, inatçı bir yanı olarak tanımladı.

Veblen’den günümüze değişen bir şey var mı? Fazla değil. Herhalde başlıca değişiklik, bir ölçüde akılcılık ve toplumsal itidalin korunması bakımından tek umut olarak gördüğü sanayi toplumunun doğuya taşınması olmuştur. Veblen, sanayinin olmadığı yerde, avcı-yırtıcı güdülerin serbest kaldığını ima etmiştir. Nitekim olan da aşağı yukarı budur. Amerika için bile olağandışı bir açgözlülüğün sergilendiği 1990’lı yıllarda, insanların somut varlıklar yerine soyutlamalara (mantar misali çoğalan .com şirketleri gibi) yatırım yaptığı, bazılarını diğerlerinden ayırt eden bir unsur olarak ünlülüğe duyulan saplantı, daha fazla mal edinmek çabası içindeki Amerikalıların altına girdiği emsali görülmemiş borç yükü, Veblen’in modeline tamı tamına uyan olgulardır. Amerika’da spordan okullara, sanattan tıbba her şeyin şirketleşmesi de Veblen’in öngördüğü bir başka gerçekliktir. Küresel kapitalizm yoksul ülkelerin yaşam düzeyini yükseltme vaadinde bulunmuşsa da, gerçekte görülen, Veblen’in eleştirisine hedef olanlardan daha az açgözlü olmayan “soyguncu baron”ların yükselişidir.

En azından Amerika’da, en ilginç değişiklik bizatihi aylak sınıfın bile “orta”ya kaymasıdır. Örneğin okullar Veblen’in zamanına göre sınıfsal anlamda çok daha az seçici hale gelmiştir; üniversite öğrenimi ne kadar pahalılaşmış olsa da, orta sınıf aileler çocuklarını Harvard gibi okullara göndermek için muazzam borçlar yüklenebilmektedir. Zanaatkârlar ve hizmetkâr sınıfları büyük ölçüde yok olduğundan, günümüzde zenginlerin ve o kadar zengin olmayanların yaşam tarzları eskisi kadar farklı görünmemektedir. İnsanlar bir zamanlar zengin ve ünlülere özgü olan tenis oynamak, tekneyle gezmek, özel uçakla uçmak gibi boş zaman etkinlikleriyle uğraşabilmektedir. Ülkenin yarısından fazlası, liderleri “aylak sınıfı” gururla temsil eden bir siyasal partinin ülkülerini paylaşıyor gibidir ama aylak sınıfın kendisinin aylaklıkla geçirebileceği boş zamanı pek kalmamıştır artık. Amerika’da onlar kadar sıkı çalışan başka bir grup yoktur. Max Weber bunu Protestan etiğine yorardı belki, ama bana kalırsa Veblen’in görüşü bu olguyu daha isabetle açıklıyor: Eskiden üst sınıfa özgü, zevk için yapılan boş zaman uğraşlarının “avamlaşacak” derecede demokratikleştiği bir çağda, “ustalıklı saldırganlıktan, bununla ilişkili etki gücünden ve insafsızca tutarlı bir statü anlayışından” daha büyük bir zevk olabilir mi?

Ne var ki bunların hiçbiri mutlu etmeye yetmiyor insanı. Roma’nın son günlerini çağrıştıran garip, saldırgan demokrasimizin keyfini çıkarmak şöyle dursun, birbirimizden o denli yalıtılmış bir hale geldik ki, Veblen’in sanayi toplumunda bir olasılık olarak gördüğü, “bencilliğin olmadığı” bir kültür uzak bir hayal gibi geliyor. Kişisel tecrübemden söylüyorum. Bana kalan mirasla başka bir şeyler yapabileceğim, günler sonra aklıma geldi: Bir kısmını hayır amacıyla bağışlayabilirdim mesela.

Published 22 July 2004
Original in English
Translated by Osman Deniztekin

© George Blecher Eurozine

PDF/PRINT

Read in: SV / EN / DE / TR

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion