RUSYA İLE TÜRKİYE ARASINDA KÜLTÜREL BİR

MAVİ AKIM OLMAYIŞININ NEDENLERİ

Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız?

Rusya ile Türkiye arasındaki tarihsel koşutluklar ve benzerlikler barizdir ve akademisyenler, gazeteciler ve siyasetçiler tarafından düzenli olarak dile getirilir. Şaşırtıcı olan ise, en azından bildiğim kadarıyla, bunların hiçbir zaman sistematik ve kapsamlı bir analize tâbi tutulmamış olmasıdır.1 Bu nedenle günümüzde Türkiye ile Rusya arasındaki kültürel ilişkileri, ya da daha ziyade böylesi ilişkilerin olmayışının nedenlerini ele alıp bu tuhaf ilişkiyi iki ülkenin kenarda kalan Avrupa kültürleri olarak kendine özgü kimliğinin prizmasından irdelemeye çalışmadan önce, o koşutlukları kısaca hatırlatarak başlamamı umarım bağışlarsınız.

Rusya ile Türkiye’yi, sırasıyla büyük küresel güçler ligine dahil eden iki olay arasında neredeyse tam bir yüzyıllık süre vardır: Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethi ve IV. İvan’ın 1552’de Kazan’ı ele geçirmesi. Ancak her iki devlet de, Bizans İmparatorluğu’nun siyasi –ve de kültürel– mirasında hak iddia etmişlerdir. Kökleri 11. ve 13. yüzyıllardaki Anadolu Selçuklularına ve Kief Ruslarının 988’deki sembolik Vaftizi’ne kadar sürülebilen bu iddia, her iki ülkenin de günümüzdeki Avrupalı kimlik iddiasının tarihsel temelini oluşturmaktadır. Denize kıyısı olan Avrupa imparatorluklarından –İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere ve Fransa– farklı, ama Habsburglara benzer olarak, Osmanlı ve Romanof hanedanları, oldukça farklı biçimlerde ve askeri fetihlerin de belirleyici bir rol oymasına karşın, çok sayıda etnik topluluğu barındıran imparatorluklarını metropolitan olmayan dinsel ya da etnik grupların üyelerini kendi saltanat sistemlerine dahil ederek şekillendirdiler. Her iki imparatorluk da gerileme dönemlerinden geçti ve ardından yeni hükümdarlar Batı tarzı modernleşme önlemleri aldı; bu önlemlerin doğurduğu yeni ve son derece üretken –birçok bakımdan da muhalif– kültürel ortamlar ise kendilerini üreten otokrat rejimlere bağlı kaldı. “Batı” –yani önce Fransa, sonra Almanya– önceleri bu entelektüellere ışık tutarken, sonradan modernleşmeye karşı çıkan ve “kendi yolunu” bulmaya çalışanların başlıca düşmanı oldu. Hem Türkiye’de hem de Rusya’da, çok yakın zamanlara değin, gerek entelektüeller gerekse siyaseti modernleştiren kişiler gerçek bir Avrupalı kimliğine karşı ana engel olarak algılanan ağırlıklı bir kırsal nüfusla uğraşmaktaydı. Bir o kadar önemli olan son unsur da, tıpkı diğer Batılı olmayan eski imparatorluklarda olduğu gibi (Japonya bunun bilinen bir örneğidir), her iki ülkedeki siyasi ve entelektüel seçkinlerin büyük bir kısmının, geçmişte işlenen suçları kabullenmekte zorlanması ve bu suçları hatırlatan Batılıların düzenli olarak neredeyse histerik bir düşmanlıkla karşılaşmalarıdır.

En bariz ve belki en önemli koşutluk, her iki ülkenin de hem Avrupa hem Asya üzerinde yer almasıdır. İkisinin de Avrupa tutkusundan asla vazgeçmemiş ya da kendisini ağırlıklı olarak Asyalı bir güç şeklinde görmemiş olmasına karşın, toprakları geleneksel olarak Asya denilen yerdedir; Türkçe konuşan insanların yaşadığı Orta Asya ve Kafkasya bölgeleri ise, Türkiye ile Rusya için yalnızca jeopolitik bakımdan değil, alternatif kimliklerin gizil kaynakları olarak da önem taşımaktadır; Rusya’daki Avrasyacılık ile Türkiye’deki pan-Türkçülük ve Avrasya kavramı buna örnek oluşturur. Rusya’nın en büyük Müslüman ülke olarak Türkiye’nin hemen ardından ikinci sırada yer aldığı, Avrupa’da sıklıkla unutulmaktadır. Kırımlı Tatar entelektüel İsmail Gasprinski gibi kişilikler, her iki ülkedeki Müslümanlar arasında etkili olmuşlardır. Bu iki imparatorluğun coğrafi bitişikliği ve ondan kaynaklanan jeopolitik rekabetle birlikte, söz konusu koşutlukların kötü denebilecek ilişkilere yol açması şaşırtıcı değildir; 1920 ve 30’larda uzunca bir flört döneminin ardından Sovyetler Birliği’nin 1958’de Boğazlar üzerindeki yüzyıllarca süren iddiasından nihayet vazgeçmesi üzerine, 1960’larda belli bir yumuşama oldu. Savaş sonrası dönemin büyük bir kısmında ise, Türkiye ve SSCB Soğuk Savaş barikatlarının farklı saflarından birbiriyle yüzleşti. Bu karşılıklı teyakkuz, karşılıklı çıkar anlayışına pek yol açmadı: Türkiye Batılı NATO ortakları arasında filizlenen Sovyetoloji’ye benzer herhangi bir şey geliştirmedi ve Rusya’daki çağdaş Türkiye uzmanlarının (yani casusların) sayısı, ABD, Latin Amerika ya da Arap ülkeleri konusundaki sınırlı sayıda uzmanla karşılaştırıldığında bile mütevaziydi2. Nâzım Hikmet’in 1950’de Türkiye’den dikkat çekici ama kuralı doğrulayan maceralı kaçışı ve hemen ardından Rusya’da sürdürdüğü yaşam hariç tutulursa, kültürel alışveriş tek tük –daha çok Rusçadan Türkçeye yapılan– edebi çeviriler ve yazarlarla eleştirmenlerin resmi makamlarca onaylanmış nadir ziyaretleriyle sınırlı kaldı.

En acıklısı da, iki ülke arasındaki hava geçirmez demir perdenin, komşu güçler arasında günlük düzeyde bağlar yaratmış olan kültürel aracıların yüzyıllık geleneğini sona erdirmesiydi: Bu kültürel aracılar, gerek Çar’ın gerekse Sultan’ın idaresi alında yaşayan Ermeniler ve diğer azınlıklardan, ya da iki âlem arasında gidip gelen, doğal olarak hem Rusça hem de Türkçe konuşan, kürk ve baharat kadar devrimci fikirlerin ticaretini de yapan çokkültürlü Odessa gibi, sınır boyu topluluklarından oluşmaktaydı.

Rusya ile Türkiye arasındaki ekonomik, hatta siyasi ilişkiler, teknik anlamda iki ülke artık komşu olmadığından, son on beş yıl boyunca hızla yükselen bir gidişat sergiledi. Rusya, Almanya’dan sonra, Türkiye’nin en büyük ikinci ticaret ortağı haline geldi. Türkiye de Rusların tercih ettiği tatil bölgesi olarak, Türk sahillerine gelen yabancı turistler arasında birinci sıraya yerleşti. İki ülke arasında üst düzey ziyaretler yapıldı, ayrıca doğalgaz boru hatları, Rusya’daki Türk yatırımı, yeni Avrasya’da Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği ve rekabet hakkında pek çok metin yazıldı. Ancak bu metinlerde kültürel ilişkiler neredeyse hiç tartışılmadı ve böylesi ilişkiler aslında mevcut değilmiş gibi görünüyor. Demir Perde’nin kalkması, Batı Avrupalı yazarların sel gibi akan çevirileri ve Fransız, Alman, Amerikalı sanatçı ve müzisyenlerin bitmek bilmeyen ziyaretleriyle sonuçlanırken; Rusya’daki Türk kültürünün varlığı, şarkı sözlerini anlamaya kimsenin zahmet etmediği Tarkan ve birkaç romanını pek az insanın okuduğu Orhan Pamuk’la sınırlı kaldı. Edebi çeviriler açısından, 1970’lerin ve 80’lerin kurşuni yılları şimdilerde altın çağ gibi görünmekte.3 Türkiye’de durum biraz daha iyi; yine de 19. yüzyılın Rus kültürü bugünkünden daha iyi biliniyor. Genelde, bu iki yakın komşu arasındaki kültürel ilişkiler artık Batı dolayımlı. Orhan Pamuk’un Kar adlı romanında, Turgenyev’i Fransızcadan çeviren Turgut Bey karakteri buna iyi bir örnek oluşturuyor; romanları ancak Batı’da başarılı olduktan sonra Rusçaya çevrilen Orhan Pamuk’un kendisi de bir başka örnek.4 Bu kuralın tek istisnası, belki de Rusya’da yaşayan bazı Müslüman topluluklar üzerindeki Türk etkisidir; Türklerin yardımıyla birçok cami ve medrese açıldı, imam adaylarına Türkiye’de eğitim görmeleri için burs verildi ve çok sayıda Türk imam Rusya’ya ihraç edildi. Ama bu işbirliği bile son derece sınırlı kalmıştır: Rusyalı Müslümanların çoğu için Arap dünyası daha önemli olduğundan, Türk kültürüyle Türklerin eğitim üzerindeki etkisi kendini en çok Orta Asya ülkelerinde, Turancıların suya düşmüş jeopolitik nüfuz hayallerinin bir ikamesi olarak hissettirdi. Rusya’da Türkiye hakkındaki kurumsal uzmanlık, mali yetersizliğiyle ünlü olan Bilim Akademisi’nin Oryantal Çalışmalar Enstitüsü’yle kısıtlı ve Türkiye’deki tek Rusya çalışmaları merkezi (Bilkent Üniversitesi’nde), henüz hatırı sayılır akademik değere sahip bir şey üretmiş değil. Moskova’da yerleşik olan Türk gazeteci Hakan Aksay’ın iki dilde yayımladığı Perspektif dergisi ile yakınlarda kurduğu Rus-Türk Araştırma Merkezi (RUTAM), belirgin bir biçimde düşük profilli ve bu iki ülkenin kültürel yaşamındaki yeni gelişmelerden habersiz görünüyor. Rusya, modern Türkiye’nin kültürel dokusunda yer almıyor gibi, oysa Rusça konuşanlarla sıklıkla karşılaştığımız Suriye ya da Irak gibi komşu ülkelerde durum çok farklı.

Ekonomi ve kültürler arasındaki bu ayrılığın sebebi basit. Her iki ülkenin de kültürü, dümenini Batı Avrupa’ya ve genel olarak ‘Batı’ya çevirmiş durumda. Batı ve özellikle Almanya en büyük Rus ve Türk diasporalarına ev sahipliği yaparken, ABD ve Fransa mıknatıs gibi davranarak, sırasıyla bir çekip bir itiyor. Avrupalılığını kanıtlamak isteyenlerin yanı sıra ülkelerinin Avrupa kimliğini yadsımaya çalışanların da, her şeyden önce Batı’nın dilini konuşmaları gerekiyor ve kültür alışverişi Avrupa Birliği tarafından siyasi işbirliğinin yerini alacak şekilde kullanıldığından, çevirilere, konserlere ve Rusları Almanya’ya, Fransız yönetmenleri de Türkiye’ye getiren okuma turlarına para akıtılıyor, ancak İstanbul’dan Moskova’ya gelen bir yazar ya da müzisyene pek rastlanmıyor. Bu altyapı zorluğu zaten ciddi bir sorunu daha da ağırlaştırmakta: tarihsel nedenler dolayısıyla, Batılı olmayan toplumların kültürel çıktısı evrensel kültür konumuna pek ulaşamıyor ve bir miktar ilgi çekebilse de, bu ilgi hep “etnografik” ya da folklorik bir nitelik taşıyor. Tolstoy ve Dostoyevski gibi “evrensel” yazarların başarısı ancak genel kuralı doğruluyor; onlar Batılı olmayan çoğu dile ilk kez çevrilmiş olan Batılı/Avrupalı yazarlar.

Rusya ile Türkiye bu açıdan benzersiz değildir elbet; bu kaderi, şimdilerde amiyane tabirle ‘yükselen piyasalar’ diye adlandırılan, gelişmekte olan (ya da Rusya örneğinde, gelişmeyen) ve de çoğu Batılı olmayan ülkeyle paylaşmaktadırlar. Türkiye ile Rusya’yı kendine has ve birbirine benzer kılan şey de, Avrupa Birliği’nin sınır komşusu ve kuramsal açıdan –Türkiye için orta, Rusya içinse uzun vadede– katılma şansına sahip iki eski imparatorluk olmalarıdır. Bir başka benzerlikleri de, Avrupalı kimliklerinin genellikle duygusal ve tartışılmayan zeminlerde Batı Avrupalılar tarafından sıklıkla müzakere edilmesidir, ama Avrupa’da her zaman, Rusya ile Türkiye’nin diğer Avrupalı olmayan ülkelerden daha Avrupalı oldukları düşünülmektedir.

Başlıca fark ise, Türkiye’nin AB üyeliğinin, Rusya’nın tersine, en azından AB’deki karar alıcılar tarafından açıkça reddedilmemesi ve sonuç olarak Türkiye’de, Rusya’dakinin tersine, siyasi ve entelektüel seçkinler arasında önemli bir kitlenin tercihini ulusal bir kültürel kimlikle uyumlu olabilecek bir Avrupa siyasi kimliğinden yana kullanıp, kapsamlı ama kesinlikle yetersiz görünen siyasi reformları başlatmış olmasıdır.

Bu bir şanstır; çünkü var olmayan kültürel ilişkiler sorununun bariz ama tehlikeli çözümlerinden biri de, Türkiye ile Rusya’yı kapsayan ve bazı hayali ortak Avrasya kültürlerini temel alan bir tür alternatif, yani Avrupa karşıtı siyasi birliğin düşlenmesidir. Bu, Türkiye’de olup bitenlere ciddi bir ilgi gösteren, Türkiye’de kurulacak yeni bir Avrasya imparatorluğu vizyonunun reklamını yapmak için hayli çaba harcayan tek kamusal Rus entelektüeli, neo-Avrasyacı faşist filozof Alexander Dugin’in peşinde olduğu bir projedir. Anti-liberal, anti-demokratik ve anti-Batılı bir enternasyonalin ortaya çıkması gerçek bir olasılıktır ve kültürel küreselleşme ile aşırı Batı etkisinden duyduğumuz haklı vicdan azabı, bizi Batı karşıtı bir uluslararası kültürel işbirliği oluşturmanın tehlikelerine karşı kör etmemelidir.

Benim Türk-Rus kültür temaslarının geleceği hakkındaki görüşüm ise farklı ve “yüksek kültür” den –her ne kadar burnu havada entelektüele “kültürsüz” de görünse– tabana doğru bir perspektif değişikliğini içeriyor. Benim düşündüğüm temaslara, ekonomik işbirliğinin dört yapı taşından ikisinin aracılık edeceğine inanıyorum. Rusların doğalgaz ihracatı ve Türklerin mühendisliği ciddi kültürel yankılar uyandırmasa da, bavul ticareti ile turizmin bunu yapacağı kesin. 1990’ların başında, tekstil üretimi Sovyetler Birliği’nde kesintiye uğradığında, meşokniki denilen bavul tüccarları Rusya’yı ve komşu cumhuriyetleri Türk giysileriyle donattı. Azalmış olmakla birlikte, bavul ticareti Türkler için hâlâ önemli bir gelir kaynağı ve bu olguyla ilgili bir inceleme için İstanbul’un Laleli semtinde mülakat yapılan tüccarlar, Rusça haberleri Türkçe haberlere kıyasla daha yakından takip ettiklerini söylediler.5 Ucuz turizm yüz binlerce Rus’u Türkiye’ye getirdi ve bunların çoğu dört yıldızlı gettolarında Türk yaşamından uzak tutulurken, onlara hizmet eden altyapı, tıpkı bavul ticaretinde olduğu gibi, binlerce Rusça konuşan Türk, binlerce Türkçe konuşan Rus ve çocukları her iki kültürde de kabul görecek bir avuç karma çift doğurdu. Aralarında birkaç Varlık ya da NZ okuru da bulunabilecek bu kültür gezginleri, gelecekteki daha yakın ilişkiler için verimli bir zemin oluşturmaktadır.

This article is based on a contribution to the panel discussion, “Only neighbours? Turkey and EUrope”, which took place at the 18th European Meeting of Cultural Journals in Istanbul from 4 to 7 November 2005.

Bu koşutluklar ve de Rus-Türk ilişkilerinin kısa bir özeti için, bkz. Mikhail Meyer, "Russia and Turkey at the end of the 20th Century"; Sehrman Garnett, Irina Kobrinskaya (derl.), Russia and Turkey on the Eve of the 21st Century: Toward Europe or Eurasia? Carnegie Moscow Center Occasional Paper No. 14. Moscow, 1997.

Osmanlı İmparatorluğu konusunda uzmanlaşmış, dört ciltlik Türkiye Tarihi'nin (Leningrad, 1963-1967) yazarı Aron Novichev (Rabinovich, 1902-1987), Yury Petrosyan (doğ. 1930), ya da yukarıda anılan Mikhail Meyer gibi birkaç mükemmel tarihçi de vardı.

Edebi çeviriler yayımlayan başlıca dergi Inostrannaya Literatura'nın 2001 Kasım sayısında, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Fazıl İskender tarafından çevrilmiş birkaç şiiri yer aldı. Bu ve Orhan Pamuk'un merhum Vera Feonova tarafından çevrilmiş üç romanı dışında, tüm Sovyet sonrası dönemde, dergi hiçbir Türkçe yazı yayımlamadı.

1990'da yayımlanan Kara Kitap'ın 1995'te İngilizceye çevrildi ve Rusya'da ancak 2001'de yayımlandı (Inostrannaya Literatura'nın Haziran 2001 sayısı); Benim Adım Kırmızı'nın (1998) İngilizce ve Rusçası aynı yıl içinde çıktı; ve Vera Feonova'nın Beyaz Kale (1985) çevirisi ölümünün ardından, orijinalinden neredeyse yirmi yıl sonra yayımlandı (Mart 2004).

"Turkey: suitcase trade part -- trade is lucrative, but numbers are declining". www.bisnis.doc.gov/bisnis/country/Turkey.htm.

Published 21 December 2005
Original in English
Translated by Fılız Nayir
First published by Varlik 12/2005

Contributed by Varlik © Mischa Gabowitsch/Varlik Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR / DE / IT

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion