Richard Rorty'nin ardindan

An obituary


Richard Rorty öldü. Bu cümle, onu yakından tanıyıp sevenlere olduğu kadar, uzaktan tanıyanlara da – ben onunla Hamburg’da bir akşam geçirme şansına nail oldum- acı veren bir cümle. Ama onu bir kuramcı olarak sevenler için mesele, bu cümlenin başka ne gibi anlamları olduğudur. Yirminci yüzyılın tartışmasız en büyük filozoflarından biri öldü. Şimdi ne olacak, biri onun yerini alacak mı? Diğer büyük filozoflar ve yazarlar için olduğu gibi, bu sorunun yanıtı da, elbette hayır. İnsan böyle kayıplarla başa çıkabilmeli; bunlar, sonsuza dek sürecek kayıplar. Ama Rorty durumunda, sorular ve yanıtlar, herkes tarafından bilinen gerçeklerin daha ötesinde. İşte bunu açıklamak için, biraz kişisel konulara girmek durumundayım.

Christoph Martin Wieland’ın Artistipp und einige seiner Zeitgenossen [Aristippus ve Birkaç Çağdaşı] başlıklı romanı üzerine kaleme aldığım kitap için bir sayfiye evine kapanmıştım. Wieland’ın romanı, daha birçok başka şeyin yanı sıra, şu soruya da verilmiş bir yanıt aslında: Aydınlanma nedir? Yunan antikitesinde, Platoncu felsefenin yükselişe geçmesinden önceki dönemi, sofizmin ve Sokratesçi sofist felsefenin henüz kendi jargonuna sahip akademik bir konu haline gelmediği, iyi ve adil bir yaşamın nasıl sürdürüleceğine dair bir uslamlama yöntemi olduğu dönemi tanımlar. Romanı, felsefenin Almanya’da Kant’ın öğrencileri ve Fichte’nin takipçileri tarafından kendi jargonuna sahip akademik bir dal olarak kabul edildiği dönemde geçer.

Rorty’nin Doğanın Aynası kitabının bir kopyası sayfiye evindeki kitaplıkta bir süredir duruyordu. Zaten bir süredir okumaya niyetlendiğim bu kitabı kendi kitabımı yazarken verdiğim molalarda okumaya başladım. Kitabın düşünsel keskinliği ve her şeyden önce Rorty’nin, sonunda sorun bile olmadığını beyan edeceği entelektüel sorunları ele alış biçimi beni büyüledi. Rorty felsefi ana akımdan, bu ortamda herkesle başa baş gidebilecek durumda olduğunu gösterdiği ve bundan büyük bir entelektüel zevk aldığı bu kitapla ayrılıyordu; aynı zamanda, tartışılan meselelerin, “akademik felsefe” ortamı tarafından üretilip devam ettirilmese var olmayacaklarını da net biçimde gösteriyordu.

Garip olan, Wieland’ın romana adını da veren kahramanıyla aşağı yukarı aynı düşünür tipini resmetmeye çalışmış olmasıydı – tek fark, daha sonra “felsefe” olarak bilinecek olan şeyin tesis edilmesinden çok önceki bir zaman diliminde geçmesiydi olayların. Akademik felsefeye dair temel eleştirisini, felsefenin başlangıç dönemine aktarıyordu ve ben de bu nedenle, Wieland’ın Aristippus’u üzerine kaleme aldığım kitabımın “Felsefe” başlıklı bölümünü Doğanın Aynası‘nın son paragrafıyla bitirdim:

“Üzerinde ısrarla duracağım tek nokta şudur: Filozofların esas ahlaki meselesi, modern felsefenin geleneksel sorunlarının Batının diyalogundaki yeri üzerinde ısrarla durmaktansa bu diyalogu devam ettirmek olmalıdır.”1

Rorty, resmi geleneğe – süreksizlik içinde olsa da- her zaman eşlik etmiş bir felsefi geleneği yenileştirmiştir. Resmi felsefenin büyük düşünürleri vardı ama onlarsız da yapabilirdi. Bu dönem bir Platon, bir Descartes, bir Kant, Hegel veya bir Heidegger çıkartmış olmasaydı, on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru akademik bir disiplin olarak inşa edilen şeyi, daha vasat düşünürler de pekala yürütebilirdi. Gösteri devam etti. Diğer geleneğin, kendi dillerini kullanarak müdahalede bulunacak ve kurulu yapıyı temellerinden sarsacak bireylere gereksinimi vardı. Geriye bakıldığında, bu bireylerin bu süreçte kendi geleneklerini kurdukları ama birbirlerini de nadiren önemsedikleri görülebilir. Bu ikinci akımın herhangi bir temsilcisinin kendini gerçekten süregelen önemli bir geleneğin temsilcisi olarak gördüğünü düşünmüyorum, çünkü hepsi için asıl önemli olan şey muhtemelen ilk gelenekle fikir ayrılığına düştükleri andır.

“İkinci gelenek” derken kimlere atıfta bulunuyorum? Belki de onları böyle çağırmak adil değil, çünkü, bu geleneğin Sofistlerle (ve Platon’un ona giydirdiği maskeden tümüyle farklı bir kişi olan, sofizm karşıtı sofist Sokrates’ten) başladığını söylersek, gerçekten de Platon’la başlamış olan ve bütünü, sistemi hedefleyen felsefenin, bir tepki olarak ele alınmaması gerektiği üzerine düşünmek gerekir. Platon entelektüel enerjisinin bütününü sofistlerin ana düşüncelerinden birine, değerlerin ve normların keşfedilmediği, aksine icat edildiğine dair düşünceye karşı yönlendirmiştir. Bu, Rorty için de, merkezi bir düşüncedir. Stephen Toulmin’in de gayet güzel gösterdiği üzere, Descartes Montaigne’e tepki vermiştir. Montaigne’de, asla tam olarak emin olamayacağımız gerçeğinin verdiği bariz haz, Descartes’ta başlangıç noktası olarak, felsefe yapısının temel taşı olarak kuşkuya dönüşür – o taş o kadar derindedir ki, gözden kaybolmuştur. Montaigne, kendinin kedisiyle mi yoksa kedisinin kendisiyle mi oynadığından emin olamamaktan haz duyarken, bu haz karşısında dehşete düşen Descartes hayvanları makineler gibi görür. (Belki de onun hiç kedisi olmamıştı). Kant’ın sistem oluşumundaki o asabiyet, Hume’un entelektüel kayıtsızlığına verilen tepkidir.

Sofistler, Sokrates, Kyreneli Aristippus (hem tarihsel kişilik hem kurgusal kişi), Pyrrhoncular, Montaigne – sonra da bu soruyu şöyle formüle eden David Hume: Hangi sorunlar salt benim belirli bir yapının içinde olmam nedeniyle ortaya çıkıp, ben hayatımı değiştirdiğimde ortadan kaybolurlar? Tutarlı davranarak kurumu terk edip, son yıllarını, İskoç-İngiliz mutfak kültürünü nasıl geliştireceği üzerine kafa patlatarak geçiren Hume. Bir anlığına hem felsefeyi hem de edebiyatı temelinden sarsanları, örneğin Diderot’yu ve Wieland’ı dikkate almazsak, karşımıza başlı başına çetin bir mesele olan Nietzsche; yirminci yüzyıldan da, Rorty’nin her zaman başvurduğu John Dewey ve Felsefi Araştırmalar‘ın ve devamındaki eserlerin, özellikle de Kesinlik Üzerine‘nin Wittgenstein’ı çıkar. Bütün bu yazarlar felsefi söyleme kendi kelime dağarcıklarını sunmuş ve bu süreçte felsefeyi değiştirmişlerdir. Hepsi de geleneksel felsefi tartışmaya bir son vermek istemiş ama tartışma çetin ceviz çıkmıştır: bahsi geçen yazarların tümü, şu veya bu şekilde, Batılı felsefe kurumunun bir parçası haline gelmiştir. Rorty’nin başına da aynısı gelmiştir. Ama o, sonraki kuşaklar tarafından bir reformcu olarak görülecek olan son devrimci değildi.

Rorty’yi kişisel olarak tanıma şansına sahip olmuş herkes, bu kaygısız düşünürün aslında kaygısız falan olmadığını hemen anlardı. Melanie Klein’ın deyişiyle: sistemin ve şüphe barındırmayan bilginin paranoyak konumundan uzaklaşan herkes, kendini depresif konuma yerleştirir. Daha az kuramsal bir biçimde ifade edecek olursak: kaygısızca düşünmeyi öğrenmiş olan kişi, dünyayı iyi tanımalıdır, dünyayı iyi tanıyan kişi de kaygısız bir yaşam süremez. Richard Rorty öldü, kitapları burada; demek ki ölümsüzlük diye bir şey gerçekten var.

Richard Rorty, Philosophy and the Mirror of Nature, Princeton, N.J.: Princeton University Press 1979.

Published 10 July 2008
Original in German
Translated by Şeyda Öztürk
First published by Mittelweg 36 4/2007 (German version), Cogito (Turkey) 54 (2007)

Contributed by Cogito (Turkey) © Jan Philipp Reemtsma / Cogito (Turkey) / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion